26 Nisan 2016 Salı

Kültür Politikamız

Kültür Politikamız

Merhaba dostlar.

Kültür politikalarımız daha çok cumhuriyetin ilanı ile belirlenmeye başlanmış gibi gözükse de, bin yıllık Anadolu serüvenimiz ve hatta Orta Asya’dan gelen kültürümüz, gen kodlarımızda yerini almıştır. Yazımda, kültür politikalarımızın doğrusu yanlışı, dünü bugünü gibi kıyaslar yapmak yerine, bu gün ne durumdayız konusuna eğilmek en doğru olacaktır.

Başta Kültür Bakanlığımız olmak üzere, yerel yönetimler, kültürel faaliyetlerde bulunan dernekler, sivil toplum örgütleri, okullar ve kültür sanat, edebiyat, müzik gibi çok geniş alanda faaliyet gösteren sanatkârlar kültür politikalarından direk etkilenmektedirler. Karnını doyurmuş, güvenliğini sağlamış, eğitim, hastane gibi hizmetleri alabilen insanlar ancak kültürel faaliyetlerde bulunmaya başlarlar. Kültürel faaliyetler, ihtiyaç anlamında geri planda diyebiliriz. Kültürel gelişme, zorunlu ihtiyaçlarını genel anlamda çözmüş bir toplumun gelişmişliğini ve medeniyet seviyesini gösterir ayrıca.

Kültür Bakanlığımızın bütçeden aldığı pay son yıllarda artma eğiliminde olmasına rağmen, daha da yetersiz olduğu hepimizce malumdur. Kültür Bakanlığı’nı tek başına tasavvur etmeden, destekleyici unsurlar, sponsorlar kanalıyla birçok kültürel faaliyet destek bulabilir. Örnek verecek olursam, yakın bir zaman önce Gaziantep Zeugma müzesini gezme imkânı buldum. Müzeye girişte ve müzenin işlevini sürdürmesi noktasında hep bir bankanın ismini ve desteğini işittim. Aynen bunun gibi kültürümüzün, medeniyetimizin, özellikle yerel değerlerimizin bir noktaya gelmesi için desteklenmesi gerekiyor. Bunu da sadece devlet eliyle beklemek doğru olmaz.

Son yıllarda yapılan kültür merkezleri, kütüphaneler vs. bizlerin umudunu artırıyor ama bu merkezler işlevlerini tam anlamıyla yapmadıklarını düşünüyorum. Şehir kültürünü ve yerel kültürleri canlı ve yaşıyor konumda tutma anlamında yetersizlikler olduğu aşikâr. Restorasyon yapayım, çağa adapte edeyim derken kültür, erozyona uğrayıp bir süre sonra kaybolup gidebiliyor. Uç bir örnek vermek istiyorum. Eğer bir yere elektrik götürünce oradaki kültürel doku bozulacaksa, gerekirse o yere elektrik dahi götürmemek gerekir. Kültürü korumak demek bazen hiç dokunmamayı da gerektirir. Özellikle devletimiz geliştirdiği kültür politikalarıyla, erkini kullanarak tek tip insan yetiştirme gayretinden vazgeçmelidir. Zoraki kültür dayatması içerisinde hiçbir güç odağı olmamalıdır. Bu çabalar daha çok yapay sonuçlar doğurmaktadır. Sanatı ve sanatçıyı belirli kalıplara sokmamak gerekiyor. Sanat ve sanatçı bu bağlamda özgür olması gerekir.

Kültürel politikalarını yere, zamana ve insan profiline göre planlamak daha doğru olacaktır. Doğu Anadolu’nun küçük bir yerleşim yerine klasik müzik sanatçılarını götürmek kültürümüze nasıl bir değer katacaktır? Oradaki insanlar sadece farklı bir müzik türünü duymuş olacaklar o kadar. Herhangi bir sahiplenme veya heyecan asla duymayacaklardır eminim.

İnsanımızın çoğunu, kendi kültürel faaliyet alanlarının içerisine alarak daha çok yetenekleri keşfetmemiz gerekiyor. Kültürel faaliyetleri icra eden, destekleyen erk özellikle gelir seviyesi düşük olan insanların içerisinde de faaliyetlerde bulunmalılar. Maddi durumu iyi olan bir insanın kültürel faaliyet içerisinde olmasındaki kolaylığı ve diğer insanların yaşadıkları zorluklar görülerek eşitleme yoluna gidilmesi gerekiyor. Sıradan halkın içerisinden dehaların çıkma olasılığı pekala muhtemeldir. Kültürel politikalarla yeşerecek kültürel faaliyetler içinde yer alan gençlerin bu anlamda birçok sorunu da çözülecektir. Kültür ve sanatın içerisinde yer alan hatta geçimini bu alanda idame eden genç, zararlı alışkanlıklardan bir nevi de olsa alıkonulacaktır.

Kültür ve sanat alanlarından sadece nemalanmak, kendi egolarını tatmin etmek türünden gayretleri olan insanlarda var maalesef. Bunlar bir süre sonra kaybolup gitmektedirler. İşlevsel oldukları süre boyunca kaynakların heba edilmesine sebep olmaktadırlar sadece. Buda konumuzun başka bir boyutu.

Kültürümüze, ananelerimize, dinimize uygun olmayan, müstemleke anlayışlarla içimize sokulan bazı uygulamalarda yok değil. Ülkemizde seksen ihtilalinden beridir Chopin’in Hıristiyan ölüleri için kiliselerde çalınmak üzere bestelediği cenaze marşını bizlerde resmi cenaze merasimlerinde kullanıyoruz.  Bununla ilgili birçok eleştiri yazıları dönem dönem dile getirilmesine rağmen halen devam ettirilmekte ısrar ediliyor. Bununla ilgili bekli de en anlamlı aynı zamanda en etkili sivil hareket diyebileceğim tepki, geçtiğimiz günlerde şehit olan bir evladımıza düzenlenen cenaze töreninde, arkadaşları tarafından verilen tepki olmuştur. Hepiniz, medyada bu görüntüyü görmüşsünüzdür muhtemelen. Şehit kardeşini gayri Müslimlerin marşıyla uğurlamayı reddedip cenazeyi tekbir sesleriyle uğurlayan o yürekleri tebrik ediyorum. Bu sivil hareket sonrası belki de cenazelerimizi özellikle şehit cenazelerinin resmi törenlerinde kendi özümüz, kültürümüzün bir parçası olan Itri’nin tekbir bestesi ve Kur’an-ı Kerim ile uğurlanma talepleri gündeme gelmiştir. Olması gereken de budur. Yanlışı devam ettirmemek milli, dini anlayışımıza uygun değerlerle yer değiştirmemiz gerekiyor en kısa zamanda. Başka bir örnek vermek istiyorum size; Bursa, Osman Gazi türbesinin yanı başında bulunan ve üzerinde ki yazılarda Osmanlı’yı işgalci gösteren anıt 2013 yılında cumhurbaşkanlığı onayıyla kaldırılması büyük bir yanlışı gidermiştir. Bu ve buna benzer yanlışlıkların üzerine gidilmesini kamu vicdanı açısından önemli buluyorum.

Kültür, çok geniş bir alan. Bu geniş alandaki hurafeleri, yanlış uygulamaları kaldırarak insanımızın tabiatına, dinine, kimliğine uygun olanları desteklemek, geliştirmek ve yaşatmak gerekiyor. Batıcı dayatmalardan ve özellikle kültür emperyalizminden korunmamız gerekiyor. Özenti halinden uzaklaşmamız ve insanımızı küçük görme hastalığından kurtulmamız gerekiyor.

Kültüre ve sanata sadece para ve imkân boyutuyla da bakmamak gerekiyor. Sanata sadece para gözüyle bakan insanlar, bilsinler ki emek verilerek icra edilen her sanat para kazandırmayabilir ama insan ruhunun zenginleşmesine ve dolaylı getirilerin önünün açılmasına vesile olacaktır.

Sağlıcakla kalınız.

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi / 4 Mayıs 2016 - Yazı No: 98
İrade Gazetesi-Kültür Politikamız-İlkay Coşkun-04.05.2016

23 Nisan 2016 Cumartesi

Eski Yeni Karşılaştırmaları

Eski Yeni Karşılaştırmaları

Merhaba sevgili dostlar.

Özellikle elli yaş üzeri insanların eski ve yeni karşılaştırmaları yapmalarına, eskiye özlem duymalarına çok şahit olmuşuzdur. Bu durum kimilerinde hastalık seviyesindedir. Sürekli eskileri anlatıp dururlar. Yenileri, özellikle yeni nesilleri sürekli şikâyet ederler. Bu insanların hafızaları da kuvvetlidir. Elli yıl önce yaşadığı bir olayı bu gün gibi size anlatabilirler. Teknolojik tabirle remlerini, harddisklerini hiç silmedikleri için kendilerini ve çevresindekileri de bir şekilde olsa yorarlar. Böyle insanların bir zaman sonra sıkıcı olmaları kaçınılmaz olur.

Özellikle bazı şehir kültürü dergilerine bakınız. Hep elli yıl öncesinde yaşarlar. Neden derseniz? Muhtemelen bu dergilerde yazan yazarlar elli yaşın üzerinde olmaları olabilir mi? Bu yüzden elli sene öncesini, özellikle çocukluk yıllarını yazarlar çoğu zaman. Düşünün bir, Sivas’ımızda elli sene öncesinden yazılmamış ne kaldı ki? Tarih kitaplarının görevini üstlenen birçok yazara şahit olmuşsunuzdur sizlerde. Eskilerin bir yere kadar yazılmasını anlarım. Zamanları kayıt altına alınmasını önemserim ama hep bu ruh halini yaşama ve yaşatma yaklaşımını anlayamıyorum. Belli bir yaş üzerinde yazar ve şair ağabeylerimizde de bu ruh halini gözlemliyoruz. Hep bir eski Sivas’ı anlatma ve günümüzle karşılaştırma çabası içerisindeler.

Bu günü doğru yaşamak daha önemlidir diye düşünüyorum. Eski tüm değerleriyle, güzellikleriyle dünde kalmıştır. Tarihteki yerini artısıyla eksisiyle almıştır. Eskiye müdahale edemeyiz ama dünü doğru anlayarak bu günü doğru yaşamalı ve geleceği daha iyi şekillendirmeliyiz. Yazar dostlarımızda ara sıra da olsa bu günü ve hayal ettikleri geleceği yazarlarsa daha iyi olur. Hayaller geleceği yazdırır muhakkak. Elli sene sonra Sivas’ı hayal ederek yazı ve şiir pekâlâ yazılabilir. Mesela yüz sene önce, henüz Sivas’a elektrik ve tren gelmeden bir süre önce, Bacanakzade Ziya Bey tarafından, “Sivas Başkent olsaydı” ana fikrinde “Rüya” isimli fantastik diyebileceğimiz hikâye kaleme almıştır.

Peki elli sene önce ne olmuş. En başta fakirliğin, imkânsızlıkların had safhada yaşandığı günler değil mi? Selçuklu’nun, Osmanlı’nın yaptıkları muhteşem eserlere benzer camiler, hanlar, hamamlar mı yapılmış? Yoksa Hz Mevlana ve Yunus gibi çağına yön veren âlimler mi yetişmiş? Bu örnekleri misli misli çoğaltabiliriz. Valla kimse kusura bakmasın. Sivas’a gelen misafirleri özellikle Selçuklu azda olsa Osmanlı eserlerini gezdiriyoruz. Son yüz yılda elle tutulur pek bir şey yok. Bu da gösteriyor ki, Taşhan’da, Buruciye Medresesinde çay keyfi yapılırken büyük medeniyetlerin temelleri atılmıyor. Çaylar yudumlanırken aval aval muhteşem medeniyetimizin seyrinden başka bir şey yapılmıyor maalesef.

İnsan eskiyi anlatırken daha çok kendi çocukluğuna olan özlemini anlatır aslında. İnanın şimdiki çocuklarda elli yıl sonra şu anı ballandıra ballandıra anlatacaklardır. “Fakirdik ama gururluyduk” diyen büyüklerimiz bilsinler ki şimdiki insanlar da bir o kadar gururludurlar. Bilakis şimdiki çocuklar birçok yönden daha şanslılar. Ebeveynler çocuklarına karşı hiçbir dönem olmadığı kadar ilgililer en azından. Geçmişle bu günü kıyaslarken şartları ve ortamı düşünerek kıyaslamak daha doğru olacaktır. Özellikle günümüz gençlerini acımasızca eleştirmemek gerekir. Zamanında bizimde yaşadığımız hataları, tecrübesizlikleri göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu bağlamda mükemmel gençlik kavramından kurtulmamız gerekiyor. Sonuçta hatalarımız bizleri eğitmiyor mu?

Her ne olursa olsun hayata karşı karamsar olmamak gerekir. Bazı noktalarda kötüye gidiş yönlerimiz olduğu kadar iyiye, güzele gidiş yönlerimizde çoktur. İyi ve kötü tercihler sonuçta biz insanların elindedir. Geçmiş, bugün ve gelecek döngüsünü dengeli ve sağlıklı temellere oturtmamız gerekiyor.  Tarihimize sahip çıkalım ama hep mazide yaşamayalım. Hep geçmişi yazmayalım. Belki de yaşanmışlıkları yazmak daha kolay geliyordur insanlara. Eğer bizler muhasır medeniyetler içerisinde yerimizi alacaksak çok çalışmalıyız, çok üretmeliyiz, büyük düşlerimiz olmalı. Geçmişimizle, geleceğimizle, kültürümüzle beraber zenginleşmeliyiz.

Sağlıcakla kalınız.

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi / 27 Nisan 2016 - Yazı No: 97  
İrade Gazetesi-Eski Yeni Karşılaştırmaları-İlkay Coşkun-27.04.2016

18 Nisan 2016 Pazartesi

Herşey Dahil

Herşey Dahil

Merhaba sevgili dostlar.

Geçen hafta mesleki bir kurs dolayısıyla Gaziantep’te idim. Her şey dahil beş yıldızlı bir otelde konakladık. Eğitimin ve gezmenin tozmanın dışında daha çok “Her şey dahil”  ifadesi üzerine biraz hasbıhal etmek istiyorum izninizle.

Havaların ısınmaya başlamasıyla birlikte tatil planları yapılmaya başlandı bu günlerde. Özellikle terörle mücadele eden güvenlik güçlerimize beş yıldızlı otellerde tatil imkânı sunulacağına yönelik haberlerde gündemde.

“Her şey dahil” tatil konseptinde israfın üst noktalarda olması herkesçe malum. Otelin içinde yeme içme ve eğlenme faaliyetleri daha çok ön planda.  Arka arkaya gelen ve üç öğün sunulan çok seçenekli menüler gözleri doyurduğu kadar, göbekleri de kalınan süre nispetinde büyütmeye başlıyor.  Kısa periyotlarda da olsa düşük gelirli insanların da bu tarz ortamlarda bulunmasını olumlu karşılarım. Bu insanlar için farklı bir ortam ve farklı bakış açıları sunabileceğini de düşünüyorum. Kimi insanlar için kendini değerli hissetmelerine, iyi hissetmelerine vesile olabilir. Bu gibi ortamlar geçici de olsa insanın özgüvenini yükseltebiliyor ne yazık ki.

Daha çok eleştirim hayatı “Herşey dahil” formatında yaşayan insan profili üzerinedir. Düşünsenize maddi durumu iyi olan bir insan ömrünü bu şekilde geçiriyor. Yeme, içme, eğlenme üzerine kurgulanmış bir hayat. Böyle bir insan fakir insanların, zor durumda olan insanların halini ne kadar anlayabilir ki. Dünyayı güllük gülistanlık görmesi çok normal. Oruçta tutmuyor ise açın halini nasıl anlayacak. Böyle bir ortamda yanındaki bir insanla ekmeğini paylaşmak gibi bir güzelliği hiç yaşayamayacak belki de. Paranın aracılığında hizmet edenleri ve hizmet edilenleri görecek sadece. Ne ekmeğin fiyatını bilebilecek ne de suyun ara sıra da olsa kesik halini görebilecek. Kısacası hep varlığı görmekten yokluğa hiç şahit olamayan bir insan profilini düşünün.

Kültür emperyalizmini bu alanda daha çok gözlemleyebiliyoruz. Lobide Türk müziği çalmasını isteyen bir dostumuz ilgililer tarafından nazikçe geri çevrildi. Malum ya otelin bir konsepti var. Kendilerine göre uygulamaları var. Odalardaki buzdolapları ağzına kadar alkollü içeceklerle dolu. Denebilir ki, alkol alanlara sunulmuş bir imkan. Dar çevrelerde hoş karşılanmayan birçok davranışların, alışkanlıkların bu tarz yerlerde hizmet adı altında sunulmasının doğruluğu ise tartışılır.  Devede kulak gibi de olsa mütedeyyin insanlara sunulmuş imkanlar da var denebilir. Dindar insanlar düşünülerek hazırlanmış tatil ortamları da var ama çok az. Nedense yüzde doksandan fazla Müslüman olduğunu söylediğimiz vatanımızda kültür değerlerimizi dejenere etmelerine ve dinini yaşamaya çalışan insanların zarar görmesine bir şekilde de olsa göz yumuyoruz. Nasıl ki, sigara bir zamanlar toplumumuzda daha çok rağbet görürken şimdilerde sigara içilen alanların daralmasıyla popülaritesinin azalması gibi. Alkol alımında ve kültür erozyonuna sebebiyet veren kültür emperyalizmine de dur dememiz gerekmiyor mu? Adıyla sanıyla Müslüman ve Türk olan bir otelde ilk planda Türk müziği çalmalıyken ille de yabancı müzik denmesi ne kadar doğru sizce. Bu müzikler olacaksa da öz müziğimizin yanında ikinci sırada yer almalılar.

Aşırı tüketim lüksü, bir hastalık bence. Maddi durumu iyi olup, dindar geçinen çok insan bu virüse kapılmış durumda. Bu virüse karşı savaşmak istediklerini ya da savaşıp başarılı olduklarını sanmıyorum. Çok lüks bir evde oturan, lüks bir arabaya binen, paraya para demeyen dindar insanlarda olsalar bahsettiğim yönlerini çok eksik görürüm. Rahatlık rehaveti de beraberinde getiriyor maalesef. Hepsini de anlamaya çalışırım ama özellikle her şey dahil otellerde helal ile haram yaşantıların bu kadar yan yana hatta iç içe olmasını hiç anlayamıyorum.

Sağlıcakla kalınız.

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi, 20 Nisan 2016 - Yazı No: 96
İrade Gazetesi-Herşey Dahil-İlkay Coşkun-20.04.2016

8 Nisan 2016 Cuma

Sultanşehir Üzerine

Sultanşehir Üzerine

Suyundan mı havasından mı toprağından mı bilinmez, kimi şehirler vardır bakınca şiir gibi gelir insana. Fiziki görüntüsünde gizli bir ruh vardır sizi kendine çeken ve kendine bağlayan. Yollarında, sokaklarında aşığını, yazarını, ozanını görürsünüz bu şehirde. Beton yığınlarının içinde de kalsalar huzur dolu bir yuva görünümünü kaybetmezler hiçbir vakit. Sivas benim nazarımda geçmişten gelen bir ruha sahip olan nadir şehirlerimizden biridir. Buram buram Selçuklu tarihi kokan bir şehirdir.  Günün getirileri olan birbirine benzeyen apartmanların yanı sıra, tarihsel estetiğini ve kültür miraslarını da muhafaza etmeye çalışan bir anlayışın ürünü olan tarihi yapılarla da göz doldurur bu şehir.
 
Sivas’ımız bu aşamada tarihten gelen kimliğini ve bağını devam ettirme çabasını her türlü olumsuzluklara rağmen sürdürme iradesini taşıyan bir şehirdir. Her şehrin kendine özgü mimarisi, kültürü vardır. Sivas özellikle çağın gerekliliklerini yerine getirmeye çalışırken, Selçuklu şehri hüviyetini kaybetmeme arzusundadır. Son elli yıllık süreçte şehri yönetenler daha doğru kararlar alabilselerdi, şehrimizin daha iyi noktalarda olması kaçınılmazdı. Geçmişle ilgili herhangi bir şey yapılamayacağına göre gelecek noktasında güçlü bir irade sergilemek daha doğru bir davranış olacaktır. Bugün şehir için neler yapılabilirin kritiğini yapmak, şehre katkı sağlamak isteyen her Sivaslının önceliği olmalıdır.
 
Sivas’taki kale evleri projesi gibi tarihten koparılmadan gerçekleştirilecek şehirleşme, bu mirasların gelecek nesillere devrini öncelemek bu açıdan önemlidir. Günümüz yapılaşmalarını her zaman salt toki ve site mantığı ile gerçekleştiremeyiz. Rant ile gelir zihniyetini bu aşamada azami ölçüde geri planda tutmamız gerekiyor. Divriği ilçemizdeki konakların, tarihi mekânların geçmişten koparılmadan korunup günümüze taşınmasını bu anlamda çok değerli buluyorum. Divriği’ni görünce tarihiyle iç içe yaşayan Amasya şehrimizi görmüş gibi oluyorum. Sivas merkezdeki tarihi konaklarımızın tam anlamıyla korunamamış olması büyük bir eksiklik. Bölüm bölüm korunan eserler olmasına rağmen gönül ister ki şehrin silueti konaklarla çevrelenmiş olsun.
 
Sivas’ımız birçok şehir gibi gecekondu gerçeğini yaşamamış bir şehir. Üçyüzbini aşkın şehir nüfusuyla taşra kültürünü kendi bünyesinde zenginlik olarak kullanarak bu günlere geldi. Çermikleriyle, dünya mirasları içinde haklı yerini alan Divriği Ulu Camisi ile ve birçok tarihi güzellikleriyle resmin bütününü tamamlar ve yoluna devam eder bu şehir. Bu noktada ki en büyük eksiklik belki de çalışma alanlarının bu bağlamda yetersiz olmasını söyleyebiliriz. Bu alanların yeterli seviyelere çıkartılıp göçü engellemek gerekir diye düşünüyorum. Sivas olarak birçok saklı değerler tescillendirilip şehrin dolayısıyla şehirlinin faydasına sunulmalıdır. Bazı kültür miraslarımızın orijinalliğinin bozulmaması için teknolojinin bizlere sunduğu en etkili koruma yöntemleri kullanılmalıdır.
 
Âşık Veysel gibi şehrin diğer kültür değerlerini, uluslararası alanda tanınır hale getirebilmek bizlerin çabalarıyla olacaktır ancak. Son zamanlarda Sivas dışında çok da fazla bilinmeyen, şehrimizin değerlerinden Kadıburhanettin, Şemseddin Sivasi, Aşık Ruhsati, Sefil Selimi gibi kültür elçilerimiz yine bu şehrin kültür adamlarının çalışmalarıyla Sivas sınırlarını zorlamaya başladı diyebiliriz. Sivas folklorunu, düğün-dernek geleneklerini, halaylarını, ev yemeklerini, âşık ve ozanlık gibi birçok geleneğimizi yaşatarak gelecek nesillere taşımak kültür adına önceliklerimiz olmalıdır. Şehirlerdeki kültür evlerinin, kütüphanelerin bu anlamda görev yapmasını önemsiyorum. Gençlerimizin daha bilinçli daha bilgili daha güzel yaşamasına vesile olduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz. Bilinçli ellerin değdiği şehirlerdeki hayat alanlarında kaliteyle birlikte zarafeti inşa etmek şehirlerin kimliğine artı değerler katacağına inanıyorum.
 
Şehirler yaşayan insanlarla beraber canlı varlıklardır aslında. Şehirleri şehir yapan insanlar ve kültürleridir. “Sivas” ile birlikte tarihte ondört isimle yerini almış münbit bir Anadolu şehridir. Bu özel hüviyetini her türlü eksikliklerine rağmen devam ettirecektir. “Gözyaşı dökülmeden büyük işler başarılamaz” sözünde olduğu gibi bu şehir sıkıntıları, acıları tarih boyu yaşayarak günümüze gelmiş ve büyük medeniyetimize önemli katkılarda bulunmuştur.

Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi / 13 Nisan 2016 - Yazı No: 95

İrade Gazetesi-Sultanşehir Üzerine-İlkay Coşkun-13.04.2016

 

3 Nisan 2016 Pazar

Eleştiri Mevzusu

Eleştiri Mevzusu

Merhaba dostlar.

Eleştiri, insanın fıtratında olan bir hal. Her insan öyle veya böyle kendisinde var olan bu huyunu kullanıyor. Birde bunu meslek edinenler var tabii ki. Eleştirinin hakkaniyetli, vicdanlı, insani, insaflı ve yerli yerinde olması gerekir. Edebi türlerden biri olan eleştiri uzunca bir süredir özellikle edebiyat, kitap, dergi ve sinema çevrelerinin gündeminde. Daha çok bu alanlardaki eleştiri yetersizliğinden yakınılmakta çoğu kez. Eleştiri daha çok geri planda tutulan ve toplum nezdinde çok da cazip olmayan bir alan. Neden cazip olsun ki, öyle veya böyle tepki alınabilecek, hatta ve hatta düşman kazanılabilecek bir alan olmasına rağmen eleştirinin sanatsal anlamda kıstasları, ölçütleri ve bir değeri vardır. 
 
Eleştiriyi kibirden soyutlamak çok güç olsa gerek. Onu beğenmez, bunu beğenmez ruh halinde olup da yapılan bir iş midir diye düşünmüyor değilim aslında. Kişinin kibir duygusundan arındırarak yaptığı eleştiri daha doğru ve yerinde olacaktır. Dedikodu mecrasından uzaklaştırılarak yapılan eleştiriler asıl adrese daha kolay ve daha doğru olarak ulaşacaktır hiç şüphesiz.
 
Bu alan, çıkar ilişkilerinin ve tarafgirliğin ön planda olduğu bir alan ister istemez. Öğle veya böyle insanların kendilerine ait olan bir çevreleri ve bu çevrelerde oturan fikri yakınları vardır. Bunları göz ardı etmek teorikte mümkün ama uygulamada fazlaca mümkün olmayan nahoş bir durum belki de. Bu doğrular gözetilmeden yapılan eleştiriler çok da sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerek. Eleştirilerde de sağ ve sol gibi cenah yoktur demekte en azından uygulamada ve realitede bize tatmin edici gelmez. Vardır elbette. Edebiyat çevrelerinde eleştirmen sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır. Olsalar bile en azından spor eleştirmenleri kadar popülariteleri yoktur diyebilirim.
 
Eleştirilen için, eleştiri ne kadar moral bozucuda olsa insaflı olduğu müddetçe eleştiriden korkmamak gerek. Yapılan eleştiri yerli yerinde ve ehil kişiye aitse eğer eleştiri insanı geliştirir. Eleştiri, sanat adamını yetiştirir ve güçlendirir adeta. Eksikliklerini görmesini sağlar ve gidermesine vesile olur. Bu alanda tanıtım yazıları da olacaktır elbette. Bunu eleştiri yazılarıyla karıştırmamak gerekir. Değerlendirme yazıları eleştiri yazılarının yerini tutmaz ama en azından ifade olarak bile daha yumuşak geliyor insana. Güzelleme yazılarında amaç daha çok bellidir bu da başka bir vaka. 
 
Eldeki ürünü kabul görmüş kıstaslarda değerlendirmek, eksiklikleri, yetersizlikleri hakkaniyet ölçüsünde ele almaya ürün sahibi de çok karşı çıkmayacaktır. Okuyucuya, dinleyiciye, izleyiciye ulaşmış ürün eser sahibinden çıkmış oluyor zaten. Eser sahibi üzerinden değil de, ürün üzerinden eleştiri yapılması en uygunu olacaktır.  En iyilerin seçildiği bir ortamda dolaylı da olsa kötüler gündeme gelecek demektir. İlle de kötüyü deklare etmek istendiği noktada çoğu kez sıkıntılar baş gösterebiliyor. Renkler ve zevkler burada da karşımıza çıkıyor. Zaman, ortam, eğitim durumu, çevre gibi birçok faktör eleştirinin şeklini de belirleyebilmektedir. Bir örnek verecek olursam; halk edebiyatının lezzetini tadını çok iyi almış bir şiir eleştirmeni, İkinci Yeni şiir anlayışını ne derecede doğru eleştirebilir ki. İkisi de şiir olsa da bir beğeni düzeyi, keyif alma hali vardır. Bu anlamda eleştirmenin kendi uzmanlık alanı üzerinden hareket etmesi daha doğru olacaktır. Burada ki kastım, eleştirmenin mutlaka akademik düzeyde biri olmalı türünden bir yaklaşım değildir kesinlikle. Akademik bakış, sanat ve sanatçı üzerinden getirileri kadar götürüleri de vardır. Bu da konunun başka bir boyutu.
 
Genelde sanat çevrelerinde ki eleştiri alanı türlü türlü oyunların oynandığı bir ortam olmanın ötesine gidemiyor çoğu zaman. Bu oyunlar öyle çoktur ki. Bu konuyla ilgili örnekler vermem gerekirse; bazı çevreler alakasız bazı –sözde- sanat adamlarını piyasaya sürerler. Bunlar için bilinçli olarak eleştiri mekanizmasını bir şekilde de olsa kapalı tutarlar. Bu şahıslar karşılıklı menfaatler içindedirler ne yazık ki. Bunlar toplumun belleğini bir süre de olsa işgal ederler. Özellikle duayen addedilen usta sanatkarlar tarafından, piyasaya pompalanan popüler eserlerin, popüler kişiliklerin sunduklarını eleştirmekten çekinen eleştirmenlerimiz var. Amiyane tabirle eser sahibinin arkası güçlü ise piyasa eleştirmenleri eleştiri mekanizmasını çalıştırmaktan korkarlar. Çok sürmez bunlar toplumun ve sanatın süzgecinden süzülüp hak ettikleri yerlerde bulurlar kendilerini. Tüm beklentimiz, özellikle en iyi ürün sınıflamasının yapıldığı sanat çalışmalarının tamamı, ehil kişilerin eleştiri süzgecinden geçmesi ve hakkaniyet dışı pompalanan eserlerin de bu yolla elenmeleri olacaktır.
 
Eleştirilerde özellikle gençlerin insafsız eleştirilerle şevkini, gayretini kırmamaya özen gösterilmeli diye düşünüyorum. Ayrıca yetenek, liyakat, ehlilik, uygunluk, beceri gibi vasıflar gözetilmelidir.
 
Eleştiri; okuyucu, dinleyici ve izleyici için güzel bir ön fikirdir çoğu zaman. Doğru kalemlerden, doğru dillerden çıktığı müddetçe, sanatsal ürünlerin gelişmesi için de önemli bir argüman olacaktır hiç şüphesiz.
 
Sağlıcakla kalınız.

 
İlkay Coşkun
İrade Gazetesi / 06 Nisan 2016 - Yazı No: 94
İrade Gazetesi-Eleştiri Mevzusu-İlkay Coşkun-06.04.2016