27 Mayıs 2019 Pazartesi

Şiirin Ağırlığı

Şiirin Ağırlığı  

Sezdiren, ışık veren, ritmi olan şiirleri severim. Duygusu tamamen içerisinden alınmış şiir bana tatsız tuzsuz gelir. Şiirin derinliği olmalı. Ne bulmaca gibi aşırı dolambaçlı olmalı nede sürekli nasihat vermeli insana. Şiir, durgun sulardaki sessizliği de taşımalı kabarıp hırçınlaşa da bilmeli. Şiir, imge tadında olmalı. Şiir, sesi kulağa iyi vermeli tırmalamamalı. Her dem taze şiir kıvamında olmalı. Ses uyumu ile konu bütünlüğü ile ritmi ile derinliği ile verdiği haz ve heyecan ile iç içe olmalı. Şiirin toplumcu ve faydacı rolü de olmalıdır muhakkak.

Şiiri gündelik hayat dilinden ayıran söyleyiş farklılığıdır. Bu dil tabi ki şairler tarafından hayat bulur. Söyleyişteki ahenk, imge, ses, derinlik ve üslup şiirin seviyesini belirler. İstanbul Türkçesi ile kaba saba sinkaflı cümlelerin yer aldığı Türkçedeki ayırdı mı pekâlâ görürüz. Şiir bu manada üst bir dildir. Az kelimeler ile çok şey anlatabilme sanatıdır. Bu dil estetik ve sanatı her zaman beraberinde taşır.

Şiir üzerine yazılar, soruşturmalar, mülakatlar Şiir tahlilleri olmalı. Yeniliklere açık olmalı. At gözlüklerini takıp da bu işi sadece ben bilirim havasında olmamalı. Mütevazı olmalı. Tartışmalara, polemiklere sebep olunsa dahi seviyesini kaybetmemeli. Tarzı, kalitesi ve seçiciliği olmalı.

Şiir, daha çok mutsuzlukla ilintilidir. Yârine kavuşmuş bir insan şiir yazmaktan daha çok mutluluğunu yaşar. Amacına ulaşmıştır çünkü. Olsa olsa sevdiğine serenat yapar. Leyla ve Mecnun aşkının efsaneleşmesinin sebebi kavuşamamalarındandır. Zorluklar, ayrılık, hüzün ve acı daha çok şiir yazdırır şaire. Her ne kadar şiiri mutsuzluklar yazdırsa da şair için şiir mutluluktur. Yaşanılmayanı yazmak daha çok yavan kalır. Aşkı, ayrılığı, hasreti, acıyı, bohem hayatını yaşamak gerekiyor ki güzel şiirler ortaya çıksın. Sıcaktan daha çok soğuk daha güzel yazdırır şaire.

Kişiye özgü, sıradan olmayan, farkındalığı yakalamış ifadelerdir şiir. Bilgi birikimi, söylenen sözün derin anlamı, söylemin kalıcılığı, sözün zekâ ürünü olması gibi birçok özelliği taşır. Bu kimi zaman şiirde bir bukledir, kimi zaman aforizmik bir sözdür. “Bireysel söylem” de tutarlılık ve diğer insanların gönlünde yer etmesi esastır. Bireyselliğin, bireysel özgürlüklerin daha öne çıktığı günümüzde toplumcu şairlerin etkileri azalmış gözüküyor. Özellikle sınıflar üzerindeki muhalif tavır her zaman olacaktır. Bu bağlamda şairlere her zaman iş düşecektir. Şiirin ve şairin gücünü daha ön saflarda görme isteğimiz ve çabamız hep olacaktır.

Şaire yazdıran unsurlardan biriside gelecek kaygısıdır. Kaygı olumsuzluğu imler. Kaygı içerisindeki şair toplumcu şiirler yazmaya yönelir. Bu bir nevi gelebilecek güçlükleri sezinleyerek toplumu şiirle uyarma yönünde cereyan eder. Şair daha iyiye, güzele ulaşma doğrultusunda hareket eder. Topluma karşı sorumluluk duygusu taşır. Bu hal tabi olarak şaire çokça şiirler yazdırır.

Şiirle beraber bütün edebiyat dalları ve sanat dalları gereklidir.  Şiir, toplumun dilinde zarafeti getirir. Şiir, toplumun dilini zenginleştirir. Daha genel anlamda insanı zenginleştirir. Şiir bir nevi iletişim kanalıdır. Bu kanalın kapalı olması büyük bir kayıp olur.

Kalın Sağlıcakla
 
İlkay Coşkun
27.05.2019

Yazı No: 26
http://www.yenidogruhaber.com/

19 Mayıs 2019 Pazar

Türkiye’nin Beka Sorunu

Türkiye’nin Beka Sorunu

Özellikle düşman algısının merkezine Müslümanların oturtulduğu günümüz dünyasında daha geniş anlamda Müslümanların beka sorunu var demektir. Yerine göre merkezde (Türkiye), yerine göre silahlarını deneme arenası olarak (Suriye, Afganistan), yerine göre finansör (Suudi Arabistan), yerine göre yedekte (İran), yerine göre gaz almada (Mısır) gibi roller biçilen biz Müslümanlar, daha çok ölümlerle, savaşlarla, karışıklıklarla ve açlıkla karşı karşıya kalıyoruz maalesef. Zaman zaman bize biçilen roller değişse de özünde aynı sinsi planların piyonu konumundayız. Bunu bir başka cihette sahip olduğumuz enerji kaynakları, yer altı zenginlikleri, coğrafi zenginlikler boyutuyla da ele almak gerekiyor.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı süreciyle beraber 1948 yılında yakın coğrafyamızda, kutsal topraklarımızın yanı başında kurulan İsrail’i emziren ABD’nin ve emperyalist güçlerin amaç ve emelleri en vahşi haliyle hayatiyetini sürdürüyor. Üç adım saldıran, gasp eden ve devamında tepkilerin gazını almak için iki adım geri çekilen şeytani anlayış her zaman hep bir adım olarak yoluna devam ediyor maalesef.

Özellikle Orta Doğu’da yeni devletçiklerin kurulma planları ve çalışmaları, Suriye’de ki savaşı çıkarıp akabinde onu bahane edip Pkk/Pyd, Daeş, Fetö gibi örgütleri kullanarak amaçlarına aracı yapma çalışmaları hayatiyetini sürdürürken, Türkiye’nin beka sorunu yok demek ya yaşananları okuyamamaktan ya da bu oyunları yok sayarak emperyalist güçlerin maşalığını yapma şeklinde izah edilebilir.

ABD’nin kendi güvenlik hattını kendinden çok uzak bir nokta olan Orta Doğu’ya konuşlandırması ve savaşarak varlığını ve zenginliğini devam ettirme çabasına mukavemet göstermemek olmaz. Madem ki düşman hattında biz varız, görevlerimizi iyi yapıp savaşmak ve var olma gereklerimizi, stratejimizi birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederek sağlamak zorundayız.  Özellikle son birkaç asırdır ezilmişliğimizden, yıpranmışlığımızdan kurtulup sadece savunma yapan değil bir fiil plan yapan, strateji uygulayan, gerekirse saldıran konuma gelebilmeliyiz ya da gelmek zorundayız artık.

Örneğin Mısır’da emperyalist güçlerin isteği doğrultusunda darbe yapıldı. Mısır’ın zenginliklerinden büyük paylar alındı ve alınmaya devam ediyor. Mısır’a yönelik emperyalist tehdidin azalmış gözükmesi yanıltmasın bizleri. Bunun bedelini yoksulluk ve açlık olarak ödemeye devam edecekler. Şeytanın dümenine girmek bizi daha güvende ve güçlü yapmaz hiçbir zaman.

Bir insan birçok yönüyle kötüleşmişse, şeytanlaşmışsa o kişiye şeytanın musallat olmasına gerek yok. Şeytan zaten kendisidir artık.  İyi kötü, haklı haksız mücadelelerin hüküm sürdüğü dünya tarlasında sadece güçlünün kazanma yanlışlığıyla, devletlerin tasallutuyla ve savaşları yöneten beyinleri de içine alan büyükçe bir stratejiyle ve hengâmeyle mücadele etmemiz gerekiyor. Başka da bir şansımız ve alternatifimiz yok.

Dünya üzerinde senaryoları yazan, oyunları icra eden, oyuncuları icat eden, sufleyi veren, yapan, yöneten vs. hep biliniyor. Gerçekte alışkanlıklar bütünü olan insanoğlunun planlarını, kurnazlıklarını zamanında ve doğru sezinleyerek çokta büyütmeden önlemleri almak gerekiyor. Yad ellere dikenimizi, dost ellere çiçeğimizi, gülümüzü göstermemiz gerekiyor. Nasıl ki Suriye kaynayan kazanı kapak tutmuyorsa biz Türkiye’nin ve İslam âleminin kaynamaması için çok uyanık olmak zorundayız. Kazanımızı sadece zenginlik, birlik ve paylaşma üzerine kaynatmalıyız.

Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
20.05.2019 


15 Mayıs 2019 Çarşamba

Uslu Çocuk

 Uslu Çocuk 

Uslu çocuk olmanın veya olmamanın iki ciheti var. Kime göre ve hangi olaylar karşısında uslu çocuk. Bir ebeveyn için uslu çocuk olma veya olmama durumuyla, sözde dünyanın jandarması konumundaki ABD’nin, NATO’nun, batının dünya devletlerini ve devletleri yöneten erki, uslu çocuk görme halleri var. Hayrın uslusuyla şerrin uslusu birbirinin zıttı konumunda.

Uslu olma veya olmama birbiri arasında yer de değiştirebilir. Dünün uslusu bu günün yaramazı pekâlâ olabilir. ABD ve Rusya görüntüde her ne kadar birbirleri için yaramaz çocuk gibi gözükseler de dünya üzerinde ki menfaatleri bölüşmeleri sebebiyle aslında birbirleri için uslu çocuklar. Yaramazlıklarını dibine kadar uygulayan Beşşar Esad bugün ABD ve batı için uslu bir çocuktur. Çünkü menfaatlerine hizmet ediyor. Suudi Arabistan’da uslu çocuktur. İran görüntüde yaramaz çocuk gibi gözükse de gerçekte yarı uslu çocuk. ABD’nin menfaatleri doğrultusunda İsrail, Mısır, Yunanistan, Almanya, Güney Kıbrıs Rum kesimi ve daha nicelerini uslu çocuk saymak mümkün.
 
Gelelim yaramaz çocuklara. ABD için başta biz Türkiye yaramaz çocuğuz. Müslümanların geneli yaramaz çocuk. Venezuela, Küba gibi sosyalist, komünist ülkeler yaramaz çocuk. Aynı Rusya gibi Çin’de rüştünü ispat ettiği için menfaat çerçevesinde yarı uslu yarı yaramaz çocuk. Bu listeyi pekâlâ çoğaltmak, çeşitlendirmek mümkün. Peki, nereye geleceğim ben.

Bu gerçeklikler insanın hayata hangi yönden baktığı ile ilintili. Dünyayı ABD ile beraber Suudi Arabistan’ın yönettiğine inanan Kâbe imamının durduğu yer ve zeminle yanı başında ki Yemen’le, Filistin’le ve Müslümanların zulümleri yaşadığı başka coğrafyalarla ünsiyeti nasıl sağlanacak. Suriye, Afganistan, Libya gibi Müslüman coğrafyalarda savaşlar ne zaman nihayet bulacak. Ne bekleniyor? Aranan nedir? Çözüm önerileri nedir? Doların gücü nasıl kırılacak? ABD ne zaman karışacak? Emperyalist hegemonya ne zaman gücünü kaybedecek? Güçlünün tasallutundan kurtulma imkânı var mı? Müslümanlar ne zaman uyanacak? Yeni Selahaddin Eyyubi’ler, Osmanlı gibi yeni imparatorluklar gelecek mi? Dünya da büyük afetlerle, Allah’ın büyük bir dersi mi olacak? Kıyamet mi kopacak? Yecuc Mecuc ve Mehdi ne durumda? Küçücük dünyalarında kavgalar yapan karıncalarla biz insanoğlunun savaşları arasında ne fark var? Çöp çepel dünyayı istila mı edecek? Buzullar daha ne kadar eriyecek? Dünya ya iyiler, hak ve adalet sahipleri hâkim olacak mı? Bu sofistike sorunlarla nasıl mücadele edeceğiz? Kafamda deli deli cevapsız sorular.

‘Köpeklerin kardeşliği aralarına kemik atana kadardır’ diyen Hz Mevlana sözünde olduğu gibi sorunların birçoğunun çözümü yok mu? İnsiyak, seciye, ahlak, vicdan, din, dil, kültür, eğitim gibi alanlar insanların yolunu belirleyecek olan baş aktörler. Tembellerin, üretmeyenlerin, aptalların doğal seçilime uğradığı, zeki devletlerin, insanların hayatta kalabildiği gen aktarımı denen olguyu yaşıyoruz belki de.

Hayat keşmekeşlerle, ikiliklerle iç içe. İyinin ve kötünün mücadelesi her daim devam edecek. İmtihan halini yaşıyoruz, yaşayacağız da.


Hayat, ölüme sormuş: İnsanlar beni çok severken, neden senden nefret ediyorlar? Ölüm cevap vermiş: Sen tatlı ve güzel bir yalansın, ben ise acı bir gerçeğim.

Kalın sağlıcakla. 

İlkay Coşkun
15.05.2019

2 Mayıs 2019 Perşembe

Kafa Ütüleme Seansları

Kafa Ütüleme Seansları

İnsanoğlunun yanı başında koca bir dünya var uğraşacak, didinecek, mücadele edecek. Günlük siyaseti takip etmekten birtakım insanlar kendilerini harap ediyor. Siyaseti meslek edinmişlere bir itirazım yok. Siyasetin olumlu ve olumsuz yönlerini yaşayacaklar elbet. Onların işleri siyaset sonuçta.  

Platon, ‘siyaset ile uğraşmayacak kadar akıllı olanlar daha aptallar tarafından yönetilirler, cezalandırılırlar’ diyerek bu alanın yanlış ellerde ne hale gelebileceğinin resmini çizmiş adeta. Azgın çakalların şerrinden korunmak için kızgın kurtları beslemek gerekiyor bir taraftan. Teşbihte hata olmasın itlerin çok olduğu yerlerde, merhamet duygusu gelişmiş dalaşmalara, boğuşmalara karşılık verebilecek yardımcılar gerekiyor. Bu da işin başka bir boyutu. 
 
Aktif siyasetin içinde olanların dışında büyük çoğunluk siyasilerin trolü, arka bahçesi mi olmak zorunda?  Demiri işleyebilmek için nasıl ısıtmak gerekiyorsa aynı demiri kullanabilmek için de soğutmak gerekiyor. Bu evrede yavaş hareket ediyoruz nedense.

İdeoloji hipnozundan mümkün olduğu kadar kaçınıp ‘Onurlu bir adam, susuzluğunu giderdiği kuyuya taş atmaz’ diyen Amin Maalouf gibi ince düşünüp hoyrat siyaset arenasından uzaklaşmak,  inceliklerin, harikaların olduğu başka dünyalara yönelmek gerekiyor. Bunu en güzel Cemil Meriç özetlemiş. ‘Bütünü bilmediğimizden ya sloganlara esir olduk ya ideolojilere köle.’ Sonuçta kadrajımıza koyduğumuz hayat kadar varız. Herkes cürmü kadar yer yakar. Ben haklıyım, ben doğruyum, sadece benim gibi düşünenler haklı, istikametinde ki gazı frenlememiz gerekiyor. 

Empati kurmak diye moda bir tabir vardır ya hani. Karşı fikirlerle empati kurma yoluna giderek demiri soğutma işlemi pekâlâ hızlandırılabilir. Bu durum bütün taraflar için geçerlidir. Kutuplaşma denen duvarı çelikle, demirle mukavemetini artırmak bütün taraflar için iyi olmayacaktır. İnsanı anlamanın, hayatı anlamanın ön şartı olduğu gerçekliğini göz ardı etmemek gerekir. Yoksa dünya gurbetini daha çok çetin yaşarız. Özellikle sosyal medya üzerinden sürekli algı oyunlarına kendini kaptıran, hiç süzgeçten geçirmeden saflık hatta saftorosluk sergileyen, aklını kullanmayan insan için ne büyük kayıp ve yanlışlık vardır. Eşekten düştükten sonra ‘hopladım’ ayağına yatmak insana pek bir şey kazandırmaz.


Ülkemizdeki ve dünyadaki yaralara odaklanırsak, yaraları iyileştirmek için güç birliğine gidersek, o zaman doğru yoldayız demektir. ‘Kazan, altım kara demez’ maalesef bu hali pür melâli yaşıyoruz. Sezai Karakoç ne güzel söylemiş: ‘Anlamak masraflı bir istek; emek, gayret, samimiyet gerektirir. Yanlış anlamak kolaydır oysa. Biraz kötü niyet, biraz cahillik kâfidir’ 

Sürekli aynı düşüncede ki medyayı izlemek yerine, farklı kanalları da takip etmek gerekir. Hatta çok fazla politize olmamış medyayı takip etme alternatifini de devreye sokmak gerekir. İnsan, politize olmuşları gördükçe, dinledikçe ‘ya bırak şu siyaseti’ diyesi ve ya farklı televizyon kanalları izleme cezası veresi geliyor insanın. 

‘İnsan kendi acılarını yine kendi acılarıyla unutur’ sözünde ki gibi bu kadar karamsar bakmamak gerek dünya ya. ‘Zulüm bizdense ben bizden değilim’ diyen Rachel Cossie gibi cesurca, özgürce, dik duruşça bakmak gerek. Kader, kadar ve keder üç (ka) sacayağında insanız sonuçta. Yenibaharlar, yeni seneler ne günler doğurur. Kalbi kırık çocuklar dünyaya güzel bir gelecek sunacak belki de. Son sözü şaire bırakalım. 

İçim, ey içim!
Bu yolculuk nereye!
Yine bir şehrin ölümünü başlatır gibisin. (Cahit Zarifoğlu) 

Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun

06.05.2019