30 Kasım 2015 Pazartesi

Suriyeli Çocuk

Suriyeli Çocuk

Merhaba sevgili dostlar.

Ütiyopik bir bakış açısı ama insan istiyor ki dünyada savaşlar olmasın. Aç açıkta çoluk çocuk, kadın, yaşlı kimse kalmasın. Barış, huzur içerisinde bir dünya olsun. Ne yazık ki devlet yöneticilerinin, güç odaklarının hırsları dünyamızı daha güzel ve daha yaşanılabilir halde olmasına imkân vermiyorlar.

Geçenlerde önümü kesen Suriyeli çocuğun ısrarlı devan eden para talebini görünce olayın vahametini bir kez daha görmüş oldum. Suriye de yaşanan iç savaş sonrasında oluşan göçmen sığınmacı sorunu hiç de hafife alınacak bir sorun değil dünya için. Sokaklarda dilenen Suriyeli çocukları gördükçe insanın yüreği daha çok daralıyor, daha çok hüzünleniyor.

İki milyonu aşan Suriyeli dindaşımıza, komşumuza kucağımızı açtık. Devlet ve millet olarak elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Bunu bütün dünyada görüyor. Suriye’de ki iç savaşın bir an evvel çözüme kavuşturularak, insanların evlerine yurtlarına dönmesi en güzeli olacaktır. Bu çözüm için dünya ülkelerinin menfaatlerini bir tarafa bırakarak ellerini Suriye üzerinden çekmeleri yeterli olacaktır. Bir taraftan –sözde- sorunu çözme eğiliminde olan ülkelerin başka bir taraftan da sorunun kaynağının asıl kendileri olduğunu görmeleri gerekiyor.

Son günlerde Bayır Bucak Türkmenlerin yaşadıkları sıkıntıları da görüyoruz. Soydaşlarımızın ve dindaşlarımızın yaşadıkları bu sıkıntılar Suriye gerçeğinin içerisinde yaşanıyor. İnşallah başka bir hafta Türkmenler konusuna ayrıca değineceğim.

İslam ülkeleri üzerinde halen Haçlı mantığını yürüten devletler olduğu müddetçe dünyamız uzunca bir süre daha sulha, huzura kavuşamayacağı gözüküyor. Güç paylaşımındaki acımasız hal, insanı vahşileştirdikçe şirazeden çıkıyor dünyamız. Demokrasiyi, özgürlüğü, huzurlu yaşamayı sadece kendi halkına, insanına hak gören anlayış sorunları da daha karmaşık hal almasına sebebiyet veriyor.

Mülteci ölümlerini hemen hemen her gün yaşıyoruz sahillerde. Mültecilerin Avrupa ülkelerine gitme çabalarını ve yaşadıkları sorunlara üzülerek şahit oluyoruz. Dramları anbean bütün dünya şahit oluyor. Hayatımızda yediğimiz çelmelerin birçoğu ödül olarak döner bize. Bunu her zaman göremeyiz. Sadece çelme takılarak düşürülen Suriyeli mültecinin tek farkı, çelmeyi ve ödülü aynı anda görmesidir.

Burada şöyle bir soru elbette ki zihinlerde hep yerini alıyor. Biz Müslüman dünyanın hiç mi hatası yok bu yaşanan olaylarda. Arapların tarih boyunca arkamızdan vurma hikâyeleri geçmişte anlatıldı hep. Son üçyüz yıldır zillet halini yaşayan birçok Müslüman ülke var ve acınacak haldeler. Dünyada Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığını gösteren birçok bakış açıları, akabinde bunu destekleyen değerlendirmelerin haklılığı apaçık ortada.

Bizlerin birçok şartlanmışlıktan sıyrılıp olaylara en genel anlamda insani boyutuyla bakmamız gerekiyor. Allahın bize bahşettiği akıl, mantık, doğru hareket etme erki gibi özelliklerimizi doğru kullanma mecburiyetimiz var. Tarih boyunca hep gördük ki zayıf olunca birileri başımıza çorap örmeye başlıyor, ensemize çöküyor. Birlik ve beraberliğimizi bozduk mu daha zor ve çekilmez bir dünya kapımızı aralıyor. Suriye halkı da bahsettiğim bu sorunların bir benzerini yaşıyor sadece.

Suriye sorunu konusunda biz Türklerin, Türk ve Müslüman âlemini de yanımıza alarak diplomasi alanında elimizden geleni yapmamız ve sorun çözülene kadar da ekmeğimizi bölüşmeye devam etmemiz gerekiyor. Bunun için kendi gücümüzü korumamız, hatta artırmamızın gerekliliği apaçık ortada. Birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederek, sıkıntılarımıza karşı sağduyulu hareket etmemiz gerekiyor. Örnek verecek olursam üçyüzbin nüfusuyla Sivas’ımızda bir sene içerisinde birçok adli vaka oluyordur sanırım. İki milyonun üzerinde Suriyeli misafirimizin yaşadığı ortamda hiç sıkıntının yaşanmamasını beklemek, çok mantıklı olmasa gerek.

Suriyeliler çıkıp gitsin diyen zihniyetler, hiç düşünmezler mi ki orda yaşananlar bizim de başımıza gelse ne yapardık diye.  -Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın- mantığını gütmek ne kadar doğru?

Suriyeli bir çocuğun doğumu ile İngiltere’de doğan bir çocuğun arasında fark olmamalı. Bu farkları koyan biz insanlar bu durumdan utandığımızda bir şeyler mutlaka değişecektir.

Son zamanlarda kaleme aldığım Suriye gerçeğini anlatan kısa bir şiirimle yazımı sonlandırmak istiyorum. Sağlıcakla kalınız.

Sen Üşürken

bi koşu mesafede yaşıyorsun çocuk
oyunların, şarkıların da direniyor
yanaklarında umut gülücükleri taşıyıp
yürüyorsun ertelediğin hayallerin üzerine
------
sevinçlerin kalbine gömüldüğünde
gözlerinden hüzün akar Suriyeli
dört tarafa savrulurken anıların
Kudüs göğsün şerha şerha dağılır
------
kuytularına sokuluyor soğuk
buz sarkıtları küçük yüreğinde 
ağlamak zorlaşır sen üşürken
ölüm bedende kol geziyor artık

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi, 02 Aralık 2015 - Yazı No: 75
İrade Gazetesi-Suriyeli Çocuk-İlkay Coşkun-02.12.2015

22 Kasım 2015 Pazar

Küsme Mevzusu

Küsme Mevzusu

Köyüne, şehrine hatta ülkesine küsen insan “gidiyorum ha” derken ya kendisinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışıyor ya da bu bahaneyle kendi reklamını yapıyor. ‘küsmek’ konuşmamayı gerektirir oysa. Gitme eylemini de sessiz sedasız gerçekleştirir. Genelde bu tipler salya sümük geri dönüyorlar yurtlarına. Bu da işin komik olan bir başka boyutu.

Hareket alanı yavaş yavaş daralan ve bundan dolayı avantajlı durumları elinden gitmeye başlayan insan, kendini toplum içerisinde yabancı görmeye de başlar. Bu durum rekabet ortamının bir sonucu da olabilir veya siyasi, fikri bakış açılarına göre de inkişaf edebilir. Önemli olan bu değişimlerin hakkaniyetli ölçülerde ve ehil insanlar üzerinden olmasıdır. Yönetime, makama gelen herhangi birileri tabii ki güveneceği, uyum içerisinde çalışacağı insanları çevresine almak ister. İsteyecektir de. Bu durumu, gidecek olan insanın da kolaylıkla hazmetmesi gerekmektedir. Benlik ve sahiplenme duygusunu çok fazla geliştirmiş olan insanın gidişiyle bu durumu kabullenmesi ve kendileri giderse işin kötüye gideceği, sekteye uğrayacağı düşüncesinde olması kuvvetle muhtemeldir. Bu durumu küçük makamlarda da görürüz. Reisi cumhur makamından giden birçoklarında da gördük. Hiç kimse, hiçbir şahıs vazgeçilmez değildir. Hayat devam eder ve giden insandan sonra çok daha iyi, daha mahir, daha ehil insanlar iş başına gelmeleri tabii ki muhtemeldir.

Köyüne, şehrine, ülkesine küsen ve küsmeye meyilli olan insanların, “Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır” diyen Cemil Meriç gibi öz eleştiri yapmaları gerekiyor.

Toplum bireyleri çok farklı alanlarda inkişaf halinde olabiliyor. Bu farklı alanlar zenginliği beraberinde getirir esasında. Herkesin kendi gibi olmasını beklemek büyük bir hayaldir. Ama şu da bir gerçektir ki insanlar kendi gibi olan, kendine benzeyen, insanlarla daha çok haşir neşirdir. İnsan daha çok kendine yakın olan insanları sever. Herkes beni sevsin diyen bir insan, herkes benim gibi olsun veya ben herkes gibi olayım diyen bir insan kadar ahmaktır bence.

Hayat mücadeleler bütünüdür. Bu mücadelede nasip, şartlar, beceriler, kayırmalar, para gibi birçok faktör etkilidir. Bu mücadele her zaman hakkaniyetli ölçülerde olmuyor maalesef. Zorbalık gibi birçok olumsuzluklar da var hayatımızda. Buna en çarpıcı örnek olarak iş hayatında ki gayri ahlaki mücadeleleri, mobbing uygulamalarını örnek olarak verebilirim. Ne kadar yetkilerine sahipsen o kadar yetkinsindir bu hayatta. Alttan, üstten hatta yandan yetki gaspına uğruyor insan. Pasifize olmada deniyor bu işe. Bu negatif durumlar da hayatımızın başka bir realitesi maalesef.

Salt küsme eyleminden ziyade, karşıyı anlama, dinleme ve farklılığı kabullenme en mantıklı yol gibi geliyor bana. Küsmeyle gelen gidişler çoğu zaman ilaç olmuyor, aradığını bulamayabiliyor insan. Yalnızlığa iterek kendini, genel anlamda hayata küsmeye başlıyor. Bu durum kişide daha çok psikolojik rahatsızlıklarla kendisini gösteriyor. İnsanın kendi uyumsuzluğunu ve çevrenin kendisine göstermiş olduğu uyumsuzluğu aynı terazide tartarak değerlendirmek gerekiyor.

Atalarımız ne güzel söylemişler;  “tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” diye. Büyük dünyamızdaki küçük benliklerimizi ne çok büyütüyoruz gözümüzde ve gönlümüzde.

Yaşadığımız şehre, şehirlilerimize küskünlüğünü beyan eden ve şehirden giden insanları çok görmüşüzdür. Özlem içerisinde kalarak belki de geri gelememelerine de şahit olmuşuzdur. Şartlarının daha iyi olacağını düşünerek, birazda başka şehirde yaşamak için, kendi ve çocukları için, belki daha iyi imkânlar umarak elbette ki şehre küsmeden gidilebilirde. Hayatta kim neyi kazanıyor kim neyi kaybediyor belli değil. Köyünden, yurdundan çıkan insan, yurt dışında çok iyi şartlarda da olsalar, gidişlerine pişmanlık duyabiliyorlar.

Ülkesine, topluma, insanına küsenleri genellikle sanat çevrelerinde görüyoruz. Toplumdan daha çok soyutlanmış bu çevreler bu durumu daha çok yaşıyorlar. Kendi oyu ile bir çobanın oyunun eşit olamayacağını savunan bir yaklaşımla insanı küçümseme hali daha çok etken gibi gözüküyor. Kendi mahallesinde ki konumunu daha da güçlendirmek adına da yapılabiliyor bu küsme hali. “Ben farklıyım, onlardan değilim” diyerek belki de bir taktik uygulamaya çalışıyor olabilir kendince.

Bu anlamda duygusal ve ruhsal anlamda daha hassas olan insan küsme fiiline daha yakın duruyor. Bu duygusal yaklaşımı tamamen yanlış görmekte doğru olmayabilir. Sonuçta insan aklı, mantığı ve duygularıyla hareket eder. Çok zıt alanlarda olması kendisini olumsuz anlamda tabii ki fazlasıyla etkiler. Bir örnek verecek olursam; eğer bir öğrenci kendi kapasitesinin çok üstünde olan bir sınıfta olursa, o öğrenci çok mutsuz, başarısız olur. Kendi kapasitesine yakın bir sınıfta olursa, öğrenci kendisini daha çok gösterebilir ve daha başarılı olabilir. Çalışkanlar içinde vasat kalmaktansa tembeller içinde çalışkan kalabilmek yeğ geliyor bana.

Ak Partinin yüzde 50 oy alması nedeniyle ülkemizde daha fazla yaşayamayacağı dillendiren ve akabinde, Fransa’da yaşama kararını alan Şair Yılmaz Odabaşı’nı düşünelim. Neden küstürdük ne yaptık ne ettik diye. Başka bir parti eğer bu oyu alsa idi bu sefer de başkaları küseceklerdi. Bu durumu da akıl başta iken bir düşünüp yorumlayalım. Bir seçim sonucunun ülke terk ettirecek derecede bir duygusallıkla bakmanın ne kadar sağlıklı olduğunu değerlendirelim. İnsanların tercihlerine saygılı olmak, demokrat olmak en doğru hareket olacaktır. Başka bir klişe örnek olarak Fazıl Say ismini verebiliriz. Bu isimde sık sık memnuniyetsizliğini medya aracılığıyla dillendirmektedir. Toplumda bir şekilde öne çıkan bu tipleri daha doğru yerlere oturtmakta fayda var diyerek bir şiirimle cevap vermek isterim.

küsüp gidenlere ve gitmeyi düşünenlere

dört gün sonra özlem içerisinde
salya sümük dönmeyeceksin geri
düşündün mü gideceksin
bahanen olmayacak dönmek için
gitme kal diyenin olmayacak mesela
aynı zamanda bilmeyecek yaşadığını
en yakınların bile, arkana bakmayacak
direnip tek başına kalakalacaksın
gittiğin yerden ölüm haberin gelecek
birde mezarın olacak diyar elde sadece

Öyle böyle geçiyor hayat. İnsan, ömrü boyunca bu türden ikilemleri hep yaşıyor. Ölüm eşitliyor insanları, zengin fakir hiç fark etmiyor. Hayat ‘ben yaşlandım’ diyemeyen gönül ile ‘ben öleceğim’ diyebilen aklın flörtüdür aslında.


Sağlıcakla kalınız.

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi, 25 Kasım 2015 - Yazı No: 74
İrade Gazetesi-Küsme Mevzusu-İlkay Coşkun-25.11.2015

15 Kasım 2015 Pazar

Aydın Olamama Meselesi

Aydın Olamama Meselesi

Hakikatin ve doğrunun yanında olması gereken aydın maalesef günümüzde, içerisinin genel anlamda boşaltıldığı, daha çok ideolojik saplantılar içerisinde heder edildiği bir alan gibi gözüküyor.

Ciddi manada olumsuz örnekleri mevcut olan ve toplum önünde kalabalıklaşarak zedelenen aydın algısının, tedavi edilerek dikkate alındığı eski yerini alması kolay olmasa gerek. Toplumun değer yargılarını önemsemeden gereksiz bir çırpınış içerisinde varlığını göstermeye çalışan bir takım aydınlar, bizden olmayan ideolojilerin elinde çıkar ilişkilerini önde tutarak, maşalık görevini üstlenmekten çekinmiyorlar ne yazık ki. Bir üst sınıf görevi üslenip kendi erkini muhafaza ederek, toplumu temsil etmesi gerekirken, içimizde biblo gibi durmayı marifet sayıyorlar adeta. Siyasal politik kamplarda sıkışan, küçük erklerini koruma ve muhafaza etmekle meşgul olan bir sınıf aydınımız, asıl işlevinden uzaklaşmış gibi gözüküyor. Bir kısır döngü içerisinde kalıp, kendisini ait gördüğü mahalleden kovulma korkusunu yaşıyor. Aydın olarak nitelenen kişi amacının dışında hareket ettiğinde, ağız dolusu lafları dahi olsa yutkunarak susmak zorunda kalıyorlar ne yazık ki.

Cemil Meriç aydınımızı şu şekilde nitelemiştir,  Türk aydını yangından kaçar gibi uzaklaşıyor memleketten. Kirlettiği bir odadan kaçar gibi

Aydını, Yavuz Bülent Bakiler; “Cahillerden çektiği yetmezmiş gibi yıllarca şimdi okumuş yazmışından çekiyor memleket” diyerek aydın olarak nitelenen insanlara eleştirisini en net ve yalın şekliyle seslendiriyor.

Biraz yazıp çizdin mi? biraz cebine para girdi mi? biraz tanınmış oldun mu? Toplumu küçümseme ve kendini beğenmişlik virüsü sarıyor aydın kabul edilen birtakım insanları. Akıl, mantık, vicdan ve hak terazisinde olanlar panzehire ulaşabiliyor sadece.

Aydın olarak nitelendirilen insanlar, marjinal, egoist, faşist ve korku söylemleri üzerinden topluma yaklaşmaya başlamışsa o aydın için küçülme ve yok olma hali, toplumu kucaklayamama hali başlamış demektir.

Tefekkürün mumyalandığı mecralarda, aydın kabul edilen insanların sırtlarında smokinleriyle; kitabı, istikbale yollanan mektup hüviyetinde gören bakış açıları içerisindeki aydını, iyi noktalarda görme abesle iştigal olacaktır.

Ne kadar da olsa globalleşen dünyamızda bizden, bizim kültürümüzden, bizim dinimizden, bizim milletimizden olmayan bir aydın bize ne kadar hitap edebilir ki. Diğer taraftan toplumda kültür erozyonlarının artmasına da sebep oluyorlar.  Tek tip insan modeli oluşturulmak istenen günümüzde insanlar ne derece mutlu olabilirler. Genlerinden gelen karakterlerle kendini bazı yerlere ait gören insan ne derece özgürlüğüne kavuşabilir. Tabii ki toplumda ortak bir insanlık kültürü, ahlakı, medeniyeti olmalı ama bu insanların benliklerini kaybetmeleri sonucunu getirmemelidir hiçbir zaman.

Dini, milli, kültürel yanıyla ortak bir bütünlük içerisinde olan insanımızın görmek istediği aydın profili de olağan olarak bu çerçevede olmaktadır. İrfan, ilim ve amel bütünlüğünü kaybetmiş zümreler içerisinde zuhur edecek aydın sınıfı da bu bağlamda tam anlamıyla işlevsel olmayacaktır.

Sanat, kültür, edebiyat gibi alanlarından elini eteğini çekme eğiliminde olan bu nitelemelere haiz insanlar topluluğu gün geçtikçe sığlaşma eğilimleri göstermeye başlarlar. Tarihimizden gelen büyük medeniyeti devam ettirmememizin nedeni; zarafet, incelik, kültür, sanat, edebiyat alanlarında yeterli oranda kalifiye aydınlarımızın olmaması olarak görülebilir. Bu durumu en acımasız haliyle Ahmet Kabaklı, “Türk toplumunun yeterli oranda halkı var ama münevveri yok” tespitinde aramamız gerekiyor belki de.

Güven sorunu yaşayan aydın, fabrika ayarlarına dönüp tarafsız bir şekilde aydınlatma görevini topluma göstermesi gerekiyor. Aydın nitelemesinin içini doldurup gerçek manada münevverler yetişmesi ve topluma kendilerini hissettirmeleri gerekiyor.

Sağlıcakla kalınız.


İlkay Coşkun
İrade Gazetesi, 18 Kasım 2015 - Yazı No: 73
İrade Gazetesi-Aydın Olamama Meselesi-18.11.2015
 

7 Kasım 2015 Cumartesi

Selam Üzerine

Selam Üzerine

Es selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu..

İçtenlikle verilen selam çevreye sunduğumuz bir güzelliktir aslında. İnsana, tabiata, eşyaya, dünyaya, kâinata sunulan bir sevgidir. Selam, dinimizce de müminin mümin kardeşine ettiği duadır. Selam vermek sünnet, almak farzdır. Selamın ehemmiyetini bize fazlasıyla göstermektedir.

Çocukken bana selam veren büyüklerimi ne çok severdim. Bende hemen karşılardım selamlarını. Bana değer veriyorlar algısı oluşurdu bende. Şimdi de durum çok farklı değil aslında. Yolda bize selam veren bir yabancıya karşı bile sevecen bir muhabbet hali oluşur.

Selam verdiğimizde, ‘ben sizden eminim sizde benden emin olun’ mesajını vermez miyiz çevremize. Selamı yaymak, selamı çoğaltmak, kardeşlik, muhabbet duygularını geliştirecektir. Selam kalbi yumuşatır. Bir çocuğun başını okşamak kadar kolaydır selam vermek. Selam verdiğine kötülük yapan, kavgaya tutuşan bir insan gördünüz mü hiç?

Selamsız sabahsız insan ne iticidir değil mi? Selam olmadan karşıdakiyle tam anlamıyla muhabbet, iletişim kuramayız. Yüzü beş karış asık, selamsız sabahsız demez miyiz bu insanlara. Bir birine selam veren eşleri, aile bireylerini görünce öncesinde yadırgadığımız olur ama selamlaşmadaki inceliği gördükten sonra bu basit ama önemli davranışın hayatlarına kalite kattığını görürüz.

Merhaba, günaydın, iyi akşamlar gibi bazı güzel sözler, hitaplar insan iletişiminde kibarlığı, esenliği, güzelliği taşısa da, güzel cümleler olsalar da selamın orijinal halini tam olarak karşılamaz. Meclislere girişte önce selam verilir devamında da merhabalaşılır. Bu da ayrı bir güzelliktir. Kim bilir, selamımız Müslümanlığımızdan merhabalaşmamızda Türklüğümüzden gelir.

Sanki hep tanıdıklara selam verilir gibi yanlış bir algı vardır. Yolda, apartmanda vs. yerlerde karşılaştığın tanımadığın insanlarla selamlaşmanın ayrı bir güzelliği vardır. Ağaçlarla, kuşlarla, karıncalarla, bütün canlı cansız varlıklarla selamlaşmanın başka bir güzelliği, başka bir anlamı vardır.

Selam üzerine yazdığım bir şiirimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Allahın selamı üzerinize olsun.

Selam Ver

toprağa, kuşa, kurda, ağaca
yoldan geçen vatandaşa
yuvasından çıkan karıncaya
selam ver

çırpınan, köpüren suya
yüzen, koşuşturan balıklara
yatmış, yayılmış kumlara
selam ver

kırlarda açan papatyalara
ekinlere, zararlı nebatatlara
toprağı saran haşerelere, sürüngenlere
selam ver

bağıran, çağıran acuzeye
güneşi bekleyen gonca güle
gözünün gördüğü kadın ve ere
selam ver

terki diyar eden ehli ukbaya
yaşlıya, gence, bebeğe
köşe başındaki dilenciye
selam ver

eşe, dosta, akrabaya
güneşe, aya, yıldızlara
aynalarda kendine
selam ver

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi, 11 Kasım 2015 - Yazı No: 72
İrade Gazetesi-Selam Üzerine-İlkay Coşkun-11.11.2015

2 Kasım 2015 Pazartesi

1 Kasım Sonrası

1 Kasım Sonrası

Selamlar sevgili dostlar.

Bir kasım seçimlerini sağ salim sonlandırdık nihayet. Yüzde elliye yakın oyla Ak Parti seçimlerden yine birinci parti olarak ipi göğüsledi ve tek başına hükümet kurma yetkisi verilecek parti oldu. 13 yıl iktidarda olan bir parti için büyük başarı olarak görüyorum ve bu büyük başarıyı kutluyorum.

7 Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablodan seçmenin kendisine verdiği mesajı en iyi okuyan parti 1 Kasım seçimlerinin galibi olmuştur. Seçmen beş ay öncesinde kimin ne niyetle hareket ettiğini iyi etüt etmiş görülüyor.  Diyebiliriz ki Türkiye eski Türkiye değil, seçmen eski seçmen değil. Buna rağmen kendini yenileyemeyen her siyasi oluşum, seçim sonrasında ki o kaçınılmaz hüsranı yaşayacaktır. Seçmenin çoğunluğu, -inadına inadına- diyerek bu işlerin yürümeyeceğini, seçim sandıklarından çıkan sonuçla cevap vermiştir.

Ülkemizi bulunduğu konum itibari ile yönetmek çok kolay değildir. Birileri zoru yaşayacak ki toplumun geneli refaha kavuşabilsin. Şefkat elli devlette, dirayetli yöneticiler de lazım bu topraklarda. Hükümeti kuracak olan Ak Parti’nin işi çok kolay değil bu noktada. On üç yılı aşkındır iktidarda olması, deneyimli ve tecrübeli olması en önemli avantajlarından biri tabii ki. Çözüm sürecini bir kenara koyarak terör noktasında başlattığı kararlılığı aralıksız olarak sürdüreceğini belirtmesi ve bunu birçok vaatlerinin başına koyması biz seçmenlere verdiği en büyük söz olarak önemsiyoruz. Bu sözünü tutamamış bir iktidarın diğer vaatlerinin bir önemi olmasa gerek diye düşünüyorum.

Bu iktidar döneminde sevseniz de sevmeseniz de büyük bir devrim yapılmıştır. On yıl öncesinin hedefleriyle alay eden ve hayalden başka bir yakıştırma yapılmayan projeler bir bir hayata geçirildi bu on yılda. Bundan sadece ak partiye oy verenler yararlanmadı. Ülkenin tüm vatandaşları faydalandı ama vatan hainleri hem faydalandılar hem karaladılar.

Birçok terör odaklarının tek vücut olup üzerimize gelmesi, ülkemizin çok güzel işler yaptığının çok güçlü olduğunun bir göstergesidir. Dış mihrapların en büyük korkuları Türkiye de güçlü bir iktidarın olmasıdır. Her ne yaptılarsa olmadı ve seçim gecesi uyuyamamışlardır o odaklar. Düşmanı uyutmayan sonucun çıkmasına katkı sağlayan her Türkiyeli bilin ki çok rahat uyumuşlardır. Bir başka bilmemiz gereken; o bilinen düşmanların daha fazla güçle üstümüze gelecekleridir. Onların karşısına daha da güçlenerek ve daha da bütün olarak çıkabilmeliyiz. Unutmayın ki bizden olmayanların amaçları ülkenin güneydoğusunu bizden ayırmaktır. Bundandır ki teröre yandaşlık etmeyen, vatanını seven halkı bezdirip göçe zorlamaktalar. Bu dönemde büyük şehirlerde ki konut satışlarının artmasında bu neden yatmaktadır. Olayları sadece bir seçim olarak değerlendirmeyelim. Geniş çerçeveden bakın ve nasıl bir dar boğazdan geçtiğimizi iyi idrak edin. Verilmiş sadakamız varmış denir bizde. Gençlerimiz benim bahsettiğim bu çerçeveden bakamıyorlar yaşları itibarı ile. Onları bu noktalarda bilinçlendirip dostu düşmanı öğretmemiz ve bulunduğumuz konum itibarı ile uyanık olmamızın ne kadar önemli olduğunu göstermemiz gerekiyor.

Ak Parti % 49.9 oy alsa karşısında %50.1 oyu olan daha fazla muhalefet var diyecek yorumcular çıkabilir bu günlerde, sakın şaşırmayın bunlara. Matematik dehalıklarını alkışlayın sadece.

Seçimlerden çıkardığım sonuç herkes işine baksın. Ülke menfaati neyi gerektiriyorsa, vatandaş yararına ne yapılması gerekiyorsa iktidar iktidarlığını, muhalefet muhalefetliğini, vatandaş vatandaşlığını yapsın.

Sağlıcakla kalınız.

İlkay Coşkun
İrade Gazetesi, 04 Kasım 2015 - Yazı No: 71 
İrade Gazetesi-1 Kasım Sonrası-İlkay Coşkun-04.11.2015