30 Mart 2019 Cumartesi

Sinema ve Kompleks

Sinema ve Kompleks

 Avrupalıların daha genel anlamda batılıların biz Türkleri resmettikleri bir tip var. Baş fesli veya sarıklı, palabıyıklı, güçlü ve birazda pejmürde bir resim. Daha çok Osmanlı dedelerimizi ve Müslümanlığımızı betimliyorlar. İçimizde ki farklı anlayış ve inanç sahipleri ne kadar da çabalasalar, bunlardan farklı bir resim yok ortada. Mesela bizim ateistlerimizi, devrimcilerimizi resmettikleri hiç görülmemiştir.
 
Dördüncü kuvvet kabul edilen medyanın yanında yedinci sanat olarak sinemanın adı geçmektedir. Gerek etki gücü gerekse de sanat yönü tartışılmaz. Özellikle ülkemizde son yıllarda sinemanın, dizi sektörünün çok geliştiği, birçok ülkeye pazarlandığı ve ciddi manada geri dönüş alındığı söylenegelmektedir. Oyunculuk, dekor, kostüm, film platoları gibi birçok alanın gelişmesine olanak sunmaktadır. Belki de daha çok önem arz eden konu senaryo noktasında elimizde fazlasıyla kaynağın olmasıdır. Anadolu tarihinde filmi çekilecek çok konunun ve başkarakterin olduğu muhakkak. Bunlar sevindirici durumlar tabii.

 Daha çok eski Türk filmlerinde dindar, muhafazakâr insan tiplerini özellikle kötü rollerde resmetme hastalığından kurtulmuş gözüküyoruz. Bu filmlerle sakallı, başörtülü dindar görünümlü insanları sadece ve sadece evin hizmetçisi, kapıcısı gibi yardımcı hizmetler rolüne layık görülmesine çokça şahit olduk. Recep, Şaban, Ramazan gibi dini değer isimlerinin özellikle saf, salak tiplemelerine malzeme yapılarak algı oluşturulmasına, filmlerde bolca alkol alınması, tütün tüketilmesinin sanki medeniyetin ön şartı gibi gösterilmeye çalışılmasına şahit olduk. Bunun gibi kötü örnekleri pek çok kez yaşadık. Geniş boyutları olan bir konu, başka bir yazıda bu konuyu ele almak gerekir.

Yabancı medya ile etkileşim sonucunda, yumuşatılmış haliyle uyarlama, benzetme; kaba haliyle intihal ve aşırma hallerini gördüklerimizde oluyor. Bu da konunun başka bir boyutu.
 
Esas konumuza gelecek olursak. Son zamanlarda özellikle çok izlediğim bizim televizyonlarda gösterilen ve bizlerin hazırladığı belgesel ve daha geniş anlamda sinema konusuna değinmek istiyorum. Her türlü olumlu gelişmelere rağmen hâlâ aşağılık kompleksini üzerimizde taşıyoruz maalesef. Bazı belgesellerin veya filmlerin sesini kıssak o şekilde izlesek film sanki bize ait değilmiş gibi bir görüntü çıkıyor ortaya. Hâlâ klasik Türk insanı tiplerinden imtina edip oyuncu veya sunucu olarak ekranlara taşıyamıyoruz maalesef. Bakınca Norveçli, Finlandiyalı daha genel anlamda batılı tipler o kadar çok ki. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın insanları sınıflandırma, ırk ayrıştırması yapmak gibi bir niyetim yok. Yönetmen Sinan Çetin bu bağlamda bir serzenişte bulunmuştu. ‘Türk milleti olarak kendimize güvenelim, klasik Türk tipi olan esmer, kumral insanımızı da reklamlarda, filmlerde oynatalım’ demişti. Özellikle bazı tarihi diziler hakkında Ahmet Şimşirgil hocanın buna benzer başka bir eleştirisi olmuştu. Şöyle ki ‘özellikle İslamiyet sonrası Osmanlı İmparatorluğu döneminde kadınlarımızın, kızlarımızın genelinin başlarının kapalı olduğu tarihi kaynaklarda bir vakıa iken, filmlerde bu durumun tam tersinin sergilendiği’ şeklindedir.

Kostümlerdeki batılılık, zincirler, deri giysiler, şapkalar, sofistike ve özendirici hâller öyle çok karşımıza çıkıyor ki. Bir de bunun üzerine renkli gözlü erkekleri ekleyip çıkan sonucu görün derim. Özellikle belgesellerde yabancı dil bilen, Avrupa, Amerika görmüş olanlardan tercih edilmesi ve onlarında yabancı kültürle benzeşmeleri, yakın temasları böyle bir sonucu doğuruyor olabilir ama en önemlisi reyting kaygılarından olması. Daha çok bu çekimlerin batıya pazarlama düşüncesinden ve onların nabzına ve beğenilerine göre filmlerin yapılması düşüncesinden olsa gerek. Diriliş Ertuğrul örneğinde olduğu gibi kostümler, karakterler bizim kültürümüzle birebir eşleştiğinde de seyretme oranının yüksek olabileceğini ve hatta dışarıya da pazarlanabildiğini gördük.  
 
Klasik Türk tipinin televizyona yakışmadığı düşüncesi maalesef ki hayatiyetini hâlâ sürdürüyor. Bu olumsuz düşünceleri millet olarak hatta ümmet olarak üzerimizden atmamız gerekiyor. Her ne kadar geçiş dönemlerinde kayıplara, ilgi eksikliğine uğrasak da taklitten daha çok orijinal yapıtlarımızla var olabiliriz. Dizi, film sektörüyle madem dünyaya açılıyoruz neden sadece kendi kimliğimizle olmasın. Anadolu’nun zengin tarihini taklide malzeme yapmaya, kakofoniler oluşturmaya hiç kimsenin hakkı yok. Millet olarak imkânlarımızın arttığı bu çağda, zengin kültürümüzün ışığında, film sektörde yepyeni armoniler, senaryolar, filmler, belgeseller çıkacaktır ortaya.
 
Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
01.04.2019
 
Yazı No: 19
http://www.yenidogruhaber.com/
 

14 Mart 2019 Perşembe

Önümüz Kış

Önümüz Kış

Mutluluğa ulaşmanın yolu ‘ihtiyaçsızlaşmaktır’
 Diyojen

 
Farklı bir zaman diliminde yazılmış bir yazı değildir. Tamda mart ayının ortasında yazılan bir yazı. Siyasi bir mesaj vermek gibi bir niyetim de yok. İşim olmaz. Bu sene kışı biraz çetin yaşadık. Bu sene yenibahar ve yaz önceki yıllardan daha çok hanelere teşne aranılan bir hal aldı.  Özellikle meyve ve sebze fiyat artışları, yakıt giderleri derken bu zorluk daha çok katlandı.

Ağustos böceği ile karınca hikâyesi çocukluğumuzdan bu tarafa kulaklarımızdadır. Çok insan bu hikâyeyi bilir. Çalışmak ile tembellik arasındaki farkı göstermesi açısından basit ama etkili bir hikâyedir. Kurutmalıklar, konserveler, turşular geçmişimizden bizlere gelen ve bizlerin de uygulamaya çalıştığı en eski yöntemlerden bazılarıdır. Hasat zamanı özellikle kışlık patatesini ve soğanını alanlar en azından bu ürünler anlamında etkilenmemişlerdir. Sezon sonu indirimleri, alışverişleri de hayatımızda her daim olan bir uygulama. Fiyatların daha uygun olduğu pazarları tercih etmek, toptan alışverişle ürünü daha uygun fiyata almak, kışın yazlık giysileri, yazın kışlık giysileri ucuza almakta başvurulan yöntemler çoğu zaman.

Bu kışın çok pahalanan bazı sebze ve meyvelerin tüketimini mümkün mertebe azaltmak alternatif gıdalara yönelmek hem bütçemiz hem de toplumun ortak insiyaki olarak devreye sokulması en azından karaborsa oyunları yapanlara yönelik büyük bir ders olacaktır.

Tedbiri elden bırakmayan insanlara hayranım. Onlar, gelecek yılın yakıtını bahardan itibaren tedarik ederler. Kış hazırlıklarını en detaylarına kadar yaparlar. Tutumludurlar. Her ihtimale karşı kıyıda köşede hep ek bütçeleri vardır. Gılgılsız abdesthaneye girip de döne döne taş aramaz onlar. Planlı hareket ederler. Ne kadar imkâna ulaşsalar da hayat standartlarını paralarının hep altında tutarlar. Cimrilik konusu bu bahsin dışındadır.

Ülke olarak tarım, hayvancılık politikalarımızı gözden geçirmeliyiz. Hangi alanlarda tıkanıyoruz, dengeyi nerelerde kaybediyoruz. Planlarımızı ve projelerimizi bu yönde yapıp ve güncelde tutmalıyız. Üretimi artırmamız için bilinçlenmeliyiz. Bu noktada zamanı ve fırsatları iyi değerlendirmeliyiz. ‘Yanlış vakitte bin okun vuramadığını doğru zamanda bir ok vurur’ akıllılığını gösterebilmeliyiz.

Öyle gereksiz harcamalarımız oluyor ki. Paramızın önemli bir kısmını kullan at eşyalara harcıyoruz. Bunu en iyi Oscar Wilde özetlemiş ‘günümüz insanı her şeyin fiyatını biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyor’ Maalesef geldiğimiz durum bu.

Yeme içme ve barınmadan daha çok günümüzde tüketim kalemleri arttı ve her geçen günde artmaya devam ediyor. Bu yüzdendir ki belki de bu harcamalarımızı karşılamak için daha çok çalışmamız gerekiyor. ‘Kölelik kaldırılmadı, sadece bütün renkleri kapsayacak biçimde genişletildi’ diyen Charles Bukowski sözüne göre belki de bu tüketim çılgınlığının kölesi olmaya başladık.

Ayağımızı yorganımıza göre uzatıp ürettiğimiz kadar tüketmeye hakkımız olduğunu unutmamalıyız. Bol bol bilgiye yatırım yapıp üretmeliyiz. Velhasıl bu dünyada ne kadar tükettiğimizden çok vicdanımız ve hoş sedamız kadar olacağız. Öyle veya böyle dünya tarlasında rızkımızı ekip biçiyoruz ve bu dünya nöbetini tutup gideceğiz velhasıl. 
 
Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun

25.03.2019 

Yazı No: 18
http://www.yenidogruhaber.com/
 

12 Mart 2019 Salı

8 Mart’ın Düşündürdükleri

8 Mart’ın Düşündürdükleri
rahat olmak lazım fakat duyarsız değil
açık sözlü olmak lazım fakat edepsiz değil
(Şâdi Şirazi)
 
Gerek 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününü, gerek 21 Mart nevruz bayramını gerekse de 1 Mayıs işçi bayramını özüne uygun yaşayamıyoruz maalesef. Bu günler daha çok toplumu germe, ortalığı yakıp yıkma veya toplumumuzun değerleriyle kavga etmenin günleri gibi yaşanıyor adeta. Sevgililer günü, anneler günü, babalar günü gibi günlere henüz bulaşamadılar. Belki de bu günleri provoke edecek bir bahane bulamıyorlar.
 
8 Mart dünya emekçi kadınlar gününde yapılan sempozyumların, kadınların sorunlarına yönelik çalışmaların ve projelerin yapılmasının olumlu bir tarafı illaki vardır. Taksim İstiklal Caddesinde feminist gece yürüyüşü yapan bazı kadınların ıslıkla, düdükle ezanı bastırmaya çalıştıkları yönünde bir saygısızlığın ve hatta edepsizliğin yapıldığı yönünde iddialar var. Yürüyüşe katılan kadınların gürültüden dolayı ezanı duymadıkları, ezana saygısızlık yapmadıkları türünden karşı bir iddia da var. Bu durumu en iyi o anda meydanda bulunanlar bilecektir. Bu konuyu muamma olarak kabul etsek bile taşınan pankartların içerisinde çok edepsiz yazıların olduğu bir gerçek. Eğer manevi hassasiyetleri yüksek olan insanların ezan hassasiyetini abarttıkları düşünülüyorsa karşı fikirdeki insanlarında en azından pankartlarda yazanlara yönelik diyecekleri olmalıdır. Miting alanında birtakım marjinal fikirlerin sergilendiği, pankartlarda milletimizin aile yapısını ve kadının iffetini hedef aldıkları unutulmamalıdır. Dikkat ettiniz mi, edepsiz pankartlar taşıyan kadınların sadece kendileri gibi düşünenlerin özgürlüklerini önceledikleri gözüküyor. Pankartlar bunu gösteriyor. Milletimizin sinir uçlarıyla oynanmaya çalışıldığı kesin. Pankartlarda ki talepler nedir? Ne istiyorlar? Milletimizin evlatlarının evlilik müessesesini terk edip günübirlik ilişkiler yaşamasını mı istiyorlar? Babalarının kim olduğu belli olmayan çocukların çoğalmasını mı istiyorlar? 
 
Oynanan bu oyuna yönelik istihbarat teşkilatımızın ve devletimizin bildikleri vardır muhakkak. Ama biz sıradan insanlarında oyunlara gelmememiz için akıl ve şuur panzehirini her dem yanımızda taşımamız gerekiyor. Kadınlarımızı, menşei batıdan ithal olan feminist adı altında bir ideolojiyle donatmaya çalışıyorlar. Emperyalist güçlerin, ülkemizdeki özellikle feminist kadın derneklerini fonlamalarıyla sürdürülen bir beşinci kol faaliyeti gibi gözüküyor bu yaşananlar.
 
Gerek Avrupa Birliği, Gerek Amerika, NATO, gerekse de başka kanallar üzerinden ülkemize gelen paraların, fonların bize ne getirileri olduğu, bu kanallar ile bizlerden neler götürdüklerine yönelik çalışmalar yapılmalı. Bunun için devlet memuru mantığından uzak birimler teşekkül etmeli. Sıcak paraya kavuşan erk maalesef ki işin olumsuz yanlarını göz ardı edebilmektedir. Buna en çarpıcı örnek olarak Marshall yardımı ve üst düzey subaylarımıza NATO fonlarıyla sağlanan menfaatleri gösterebiliriz.
 
Emperyalist güçlerin en çok uyguladıkları yöntem para, imkân ve şeytani taraflarını kullanarak bizim gibi özellikle Müslüman ülkeleri ağlarına düşürdükleri, devşirdikleri insanlar üzerinden ülkeye zarar verme ve emellerine ulaşma çabalarıdır. Kandırıp devşirilen bu grupla bir hayran kitlesi oluşturup insanlar üzerinden amaçlarına ulaşma çabasındalar. Beşinci kol faaliyetlerinin her çeşidini yaparak ülkemizi zayıflatmak için ellerinden gelenleri yapıyorlar. ‘Dişe diş savaş, akıllı savaşçı için son çaredir’ diyen Sun Tzu, mert savaşçının özelliklerini göz ardı etmiş gözüküyor. Emperyalist güçler daha çok kendilerine sirayet etmiş birçok hastalıkları bizlere de bulaştırma çabasındalar. AİDS’e yol açan HIV virüsünü taşıyan birisinin nasıl ki bu virüsü başkalarına da bulaştırma çılgınlığı gibi kötü bir ruh halini taşıyorlar.
 
Zaman zaman öyle anlar oluyor ki ‘çivisi çıkmış dünyanın’ sözü dilimize dolanıyor. Güzel insanların yanında adamlıktan uzak ya da uzaktan adam gözüken insanlarında çokluğuna şahit oluyoruz.
 
Güçlü olma, gücü elinde tutma, şeytan olma gibi hastalıklı ruh haline batılılar daha çok kapılmış durumda. Milletlerin hasletlerine öykünmek yerine hep zarar verme, yıkma, yok etme, dünyanın zenginliğini hep kendilerine hak görme gibi gayri insani ve gayri ahlaki yaklaşımlarını insanlık namına terk etmeleri gerekiyor.
 
Son tahlilde düşman bizimle barışı, biz güce ulaşınca isteyecektir. Bunu da unutmamak gerekir. Kötü kötülüğünü yapmakta ve maalesef ki yapmaya da devam edecektir. Hep bunlar üzerine kafa yormaktansa biz ne yapmalıyız? Çok çalışmalıyız. Üretmeliyiz. Açıklarımızı kapatmalıyız. Mücadele ruhumuzu kaybetmemeliyiz. Yeter ki sen kurt ol, it havlamasıyla kurtlar ürkmez. Ayrıca şu unutulmamalıdır ki milletimizin içinde emperyalistlerin atlarını besleyeceği tahammül yaylası yok.
 
Kalın sağlıcakla. 
 
İlkay Coşkun
18.03.2019

Yazı No: 17
http://www.yenidogruhaber.com/
 

8 Mart 2019 Cuma

Mevsim Geçişleri

Mevsim Geçişleri
 
Mevsim geçişleri hep bir telaşın, hareketliliğin ve akabinde hastalıkların buluşma noktası gibidir. Bu durum sonbahardan kışa ve kıştan bahara geçişte daha çok kendini gösterir. Kışı bir dip nokta kabul edersek sonbaharla inişi baharla da tırmanışı imler adeta. İnsan ömründeki çocukluk, gençlik, ihtiyarlık gibi süreçlerin bir benzerini mevsimlerde yaşar. Gece ve gündüz daha küçültülmüş bir örnektir. Coşum ve doyum halini inişli çıkışlı da olsa her mevsim yaşarız. Geçmiş, bugün ve gelecek üçlü sacayağında çıraklık, kalfalık ve ustalık süzgecinden geçip yolumuza revan oluruz. Önüne set kurulamayan akarsu misali zaman ırmağında talihimizi ve tarihimizi yaşarız.
 
Mevsim geçişlerinde sıcaklık, soğukluk, esinti, sakinlik, yoğunluk sığlık, basınç hali gibi atmosferik değişkenlerle daha çok hissederiz. Bir yer de hep kış veya hep yaz varsa mevsim geçişleri sözü yaşamsallıktan uzakta bir yerdedir. Güneşin yörüngesindeki dünya bir düzen çerçevesinde her yeni günle ve mevsimle kendini yeniler. Mevsimleri daha anlamlı kılan, ardı sıra döngüsel takiptir. Soğuğu, yokluğu, azlığı yaşatan bir mevsimin hemen öncesinde bolluğu, bereketi ve hasadı da yaşarız.

Dengenin olduğu dünyamızda günün uzununu, kısasını, mihricanı, gel git’ini, güneşin doğuşunu, batışını ve nice farklı olayı yaşarız. Vuku bulan her bir dip ve tepe nokta geçişkenliğe zemin hazırlar. Ortalama bir insan ömründe toru topu 70-80 kez mevsimleri yaşar insan. Bunun gibi kurban bayramı, ramazan bayramı ve sene başları da böyledir.

Ülkemizde dört mevsim yaşansa da bazı mevsimler, bazı bölge ve şehirlerimizde meşhurdur. Kışa nerede doğdun diye sormuşlar. Erzurum’da doğdum ama Sivas’ta ikamet ediyorum cevabını vermiş. Sivaslıya askerde komutanı sormuş. Evladım, bir senede kaç mevsim var? Cevap; dört komutanım. Şöyle ki İlkbahar, yazbahar, sonbahar ve kış der. Tarih boyu tarım toplumu olmamızdan mütevellit bunun gibi hikâyeleşmiş daha çok mevsim, tabiat temaları var. Mevsimler ve tabiat ile ünsiyet kurmamız tarih boyu hep var ola gelmiştir.

Hayatımızın her alanında değişik değişik geçişleri yaşarız. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, hatta hatta doğum ve ölüm bile bir nevi geçiş değil mi? Yaşamsal maddeler hücre zarından hep geçiş halindedir. Her canlı ontolojik kodlarında halini ve hal değişmesini yaşar. DNA, RNA, kan ve hücrede de bu haller kendi düzeyinde yaşanır. Ayrıca huruç zamanı geldiğinde hep bir göç halini yaşarız. Göçmen kuşlar gibi mevsimsel bir düzen olmasa da insan hayatında bu hali her an yaşayacak ahval içerisindeyiz.

Nasıl ki bir çocuğun doğumu annenin doğumunu da yenilenmesini de getiriyorsa her bir mevsim geçişi dünyamızı yeniden doğuruyor, yeniliyor adeta. Tüm ikilikleri mevcut olan dünyamızın ve biz insanların bu gelgitlerinin yanında, gidiş istikameti hep muvazene üzre oluyor.

Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
11.03.2019

Yazı No: 16
http://www.yenidogruhaber.com/

3 Mart 2019 Pazar

Yanlış Okumalar

Yanlış Okumalar

Kitap, ekmek gibi ucuz olmalı. Hiç kimsenin pahalılıktan alamama bahanesi olmamalı. Ama maalesef ki kitabı pahalı satmak için herkesin bir bahanesi var. Kimisi serbest piyasa kapitali. Kimisi çok satıyorum ukalalığında. Kimisi her şeyin bir değeri var havası. Kimisi dindarlığına hayır hasenat parası. 2500 liraya satılan kitaba ne demeli? Amaçtan ziyade araç. Çok yazık çok.
 
Bir gazeteyi, bir dergiyi veya antolojiyi ilk açınca yazarın veya şairin kendi yazısını, şiirini ilk olarak okuması insanın fıtratında olan bir durum. Kendinden başka hiç kimseyi okumamak ise kusurlu ve hastalıklı bir durum. Ayrıca daha çok zorunlu ders çalışmalarında karşılaştığımız verimsiz ve keyifsiz okumalar âdet yerini bulsun kabilinden bir kandırmaca seansı durumunda. Hal böyle iken okumayı sevmek ve verimli okuma tekniklerini öğrenmek gerekiyor.
 
Özellikle eğitim kurumlarında dünya ve ülkemiz klasik kitaplarının, okuma alışkanlığının tam olarak kazandırılamaması ve yaygınlaştırılamaması öncelikli sorunlarımız arasında gözüküyor. Her ne kadar insan kendi fikrinde olan yazara meyil etse de diğer fikir ve bakış açılarına yönelik okumalar yapıp muğlâk yalıtılmışlıktan kurtulmak gerekiyor. Farklı okumalarla farklı deneyimlemeler içerisinde olmak okura yeni pencereler açacaktır muhakkak.
 
‘Cahildim, dünyanın rengine kandım’ diyen Neşet Ertaş’ın sözünde olduğu gibi ne kadar çok şey bildiğimiz değil, öğrenmemiz gereken ne kadar çok bilgi olduğu mütevazılığını okuma heyecanımızla göstermemiz gerekiyor.
 
İnsanlığın ve milletimizin ortak ve yerel değerlerini göz ardı etmeden bize sunulan kültür endüstrisinden öte, aklımızın ve şuurumuzun araçsallığında tahayyüllerimizi yaşatmalıyız. Bizlerin faydasına, ilmi ve ruh zenginliğine taşıyan okumaları öncelemek daha doğru olacaktır.
 
Tanınmış şair ve yazarların çok okunması ve takip edilmesi gayet normal bir durum ama dikkat ediyorum birçok takipçi ‘büyük adamlar büyük adamları takip ederler’  havasındalar. Ayrıca ebedi âleme göçmüş dava adamları üzerine yazılan kitapların bir kısmı fikirleri yayma düşüncesinden çok rant ve kendini gösteriş kapısı olarak görüldüğü kanaatindeyim.
 
Bol kitap okuyanı ve çok ders çalışanı, kafayı bozacak sözüyle olumsuzlayan anlayış her türden olumsuzluğa rağmen etkisini azaltmış gözüküyor.
 
Kalbe dokunan öğüdü/ ne çok sancı dindirir/ özgürlüğe güvercin/ karanlıkta hür çığlık/ el değmemiş maviye/ bulandırır geceleri/ gün gelir cehalet/ senin ışıklarında ölür.
 
İnsanları kıyıcı bulup kitaplara sığınan Cemil Meriç gibi sevmeli kitapları.
 
Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
04.03.2019

Yazı No: 15
http://www.yenidogruhaber.com/