27 Mayıs 2019 Pazartesi

Şiirin Ağırlığı

Şiirin Ağırlığı  

Sezdiren, ışık veren, ritmi olan şiirleri severim. Duygusu tamamen içerisinden alınmış şiir bana tatsız tuzsuz gelir. Şiirin derinliği olmalı. Ne bulmaca gibi aşırı dolambaçlı olmalı nede sürekli nasihat vermeli insana. Şiir, durgun sulardaki sessizliği de taşımalı kabarıp hırçınlaşa da bilmeli. Şiir, imge tadında olmalı. Şiir, sesi kulağa iyi vermeli tırmalamamalı. Her dem taze şiir kıvamında olmalı. Ses uyumu ile konu bütünlüğü ile ritmi ile derinliği ile verdiği haz ve heyecan ile iç içe olmalı. Şiirin toplumcu ve faydacı rolü de olmalıdır muhakkak.

Şiiri gündelik hayat dilinden ayıran söyleyiş farklılığıdır. Bu dil tabi ki şairler tarafından hayat bulur. Söyleyişteki ahenk, imge, ses, derinlik ve üslup şiirin seviyesini belirler. İstanbul Türkçesi ile kaba saba sinkaflı cümlelerin yer aldığı Türkçedeki ayırdı mı pekâlâ görürüz. Şiir bu manada üst bir dildir. Az kelimeler ile çok şey anlatabilme sanatıdır. Bu dil estetik ve sanatı her zaman beraberinde taşır.

Şiir üzerine yazılar, soruşturmalar, mülakatlar Şiir tahlilleri olmalı. Yeniliklere açık olmalı. At gözlüklerini takıp da bu işi sadece ben bilirim havasında olmamalı. Mütevazı olmalı. Tartışmalara, polemiklere sebep olunsa dahi seviyesini kaybetmemeli. Tarzı, kalitesi ve seçiciliği olmalı.

Şiir, daha çok mutsuzlukla ilintilidir. Yârine kavuşmuş bir insan şiir yazmaktan daha çok mutluluğunu yaşar. Amacına ulaşmıştır çünkü. Olsa olsa sevdiğine serenat yapar. Leyla ve Mecnun aşkının efsaneleşmesinin sebebi kavuşamamalarındandır. Zorluklar, ayrılık, hüzün ve acı daha çok şiir yazdırır şaire. Her ne kadar şiiri mutsuzluklar yazdırsa da şair için şiir mutluluktur. Yaşanılmayanı yazmak daha çok yavan kalır. Aşkı, ayrılığı, hasreti, acıyı, bohem hayatını yaşamak gerekiyor ki güzel şiirler ortaya çıksın. Sıcaktan daha çok soğuk daha güzel yazdırır şaire.

Kişiye özgü, sıradan olmayan, farkındalığı yakalamış ifadelerdir şiir. Bilgi birikimi, söylenen sözün derin anlamı, söylemin kalıcılığı, sözün zekâ ürünü olması gibi birçok özelliği taşır. Bu kimi zaman şiirde bir bukledir, kimi zaman aforizmik bir sözdür. “Bireysel söylem” de tutarlılık ve diğer insanların gönlünde yer etmesi esastır. Bireyselliğin, bireysel özgürlüklerin daha öne çıktığı günümüzde toplumcu şairlerin etkileri azalmış gözüküyor. Özellikle sınıflar üzerindeki muhalif tavır her zaman olacaktır. Bu bağlamda şairlere her zaman iş düşecektir. Şiirin ve şairin gücünü daha ön saflarda görme isteğimiz ve çabamız hep olacaktır.

Şaire yazdıran unsurlardan biriside gelecek kaygısıdır. Kaygı olumsuzluğu imler. Kaygı içerisindeki şair toplumcu şiirler yazmaya yönelir. Bu bir nevi gelebilecek güçlükleri sezinleyerek toplumu şiirle uyarma yönünde cereyan eder. Şair daha iyiye, güzele ulaşma doğrultusunda hareket eder. Topluma karşı sorumluluk duygusu taşır. Bu hal tabi olarak şaire çokça şiirler yazdırır.

Şiirle beraber bütün edebiyat dalları ve sanat dalları gereklidir.  Şiir, toplumun dilinde zarafeti getirir. Şiir, toplumun dilini zenginleştirir. Daha genel anlamda insanı zenginleştirir. Şiir bir nevi iletişim kanalıdır. Bu kanalın kapalı olması büyük bir kayıp olur.

Kalın Sağlıcakla
 
İlkay Coşkun
27.05.2019

Yazı No: 26
http://www.yenidogruhaber.com/

19 Mayıs 2019 Pazar

Türkiye’nin Beka Sorunu

Türkiye’nin Beka Sorunu

Özellikle düşman algısının merkezine Müslümanların oturtulduğu günümüz dünyasında daha geniş anlamda Müslümanların beka sorunu var demektir. Yerine göre merkezde (Türkiye), yerine göre silahlarını deneme arenası olarak (Suriye, Afganistan), yerine göre finansör (Suudi Arabistan), yerine göre yedekte (İran), yerine göre gaz almada (Mısır) gibi roller biçilen biz Müslümanlar, daha çok ölümlerle, savaşlarla, karışıklıklarla ve açlıkla karşı karşıya kalıyoruz maalesef. Zaman zaman bize biçilen roller değişse de özünde aynı sinsi planların piyonu konumundayız. Bunu bir başka cihette sahip olduğumuz enerji kaynakları, yer altı zenginlikleri, coğrafi zenginlikler boyutuyla da ele almak gerekiyor.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı süreciyle beraber 1948 yılında yakın coğrafyamızda, kutsal topraklarımızın yanı başında kurulan İsrail’i emziren ABD’nin ve emperyalist güçlerin amaç ve emelleri en vahşi haliyle hayatiyetini sürdürüyor. Üç adım saldıran, gasp eden ve devamında tepkilerin gazını almak için iki adım geri çekilen şeytani anlayış her zaman hep bir adım olarak yoluna devam ediyor maalesef.

Özellikle Orta Doğu’da yeni devletçiklerin kurulma planları ve çalışmaları, Suriye’de ki savaşı çıkarıp akabinde onu bahane edip Pkk/Pyd, Daeş, Fetö gibi örgütleri kullanarak amaçlarına aracı yapma çalışmaları hayatiyetini sürdürürken, Türkiye’nin beka sorunu yok demek ya yaşananları okuyamamaktan ya da bu oyunları yok sayarak emperyalist güçlerin maşalığını yapma şeklinde izah edilebilir.

ABD’nin kendi güvenlik hattını kendinden çok uzak bir nokta olan Orta Doğu’ya konuşlandırması ve savaşarak varlığını ve zenginliğini devam ettirme çabasına mukavemet göstermemek olmaz. Madem ki düşman hattında biz varız, görevlerimizi iyi yapıp savaşmak ve var olma gereklerimizi, stratejimizi birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederek sağlamak zorundayız.  Özellikle son birkaç asırdır ezilmişliğimizden, yıpranmışlığımızdan kurtulup sadece savunma yapan değil bir fiil plan yapan, strateji uygulayan, gerekirse saldıran konuma gelebilmeliyiz ya da gelmek zorundayız artık.

Örneğin Mısır’da emperyalist güçlerin isteği doğrultusunda darbe yapıldı. Mısır’ın zenginliklerinden büyük paylar alındı ve alınmaya devam ediyor. Mısır’a yönelik emperyalist tehdidin azalmış gözükmesi yanıltmasın bizleri. Bunun bedelini yoksulluk ve açlık olarak ödemeye devam edecekler. Şeytanın dümenine girmek bizi daha güvende ve güçlü yapmaz hiçbir zaman.

Bir insan birçok yönüyle kötüleşmişse, şeytanlaşmışsa o kişiye şeytanın musallat olmasına gerek yok. Şeytan zaten kendisidir artık.  İyi kötü, haklı haksız mücadelelerin hüküm sürdüğü dünya tarlasında sadece güçlünün kazanma yanlışlığıyla, devletlerin tasallutuyla ve savaşları yöneten beyinleri de içine alan büyükçe bir stratejiyle ve hengâmeyle mücadele etmemiz gerekiyor. Başka da bir şansımız ve alternatifimiz yok.

Dünya üzerinde senaryoları yazan, oyunları icra eden, oyuncuları icat eden, sufleyi veren, yapan, yöneten vs. hep biliniyor. Gerçekte alışkanlıklar bütünü olan insanoğlunun planlarını, kurnazlıklarını zamanında ve doğru sezinleyerek çokta büyütmeden önlemleri almak gerekiyor. Yad ellere dikenimizi, dost ellere çiçeğimizi, gülümüzü göstermemiz gerekiyor. Nasıl ki Suriye kaynayan kazanı kapak tutmuyorsa biz Türkiye’nin ve İslam âleminin kaynamaması için çok uyanık olmak zorundayız. Kazanımızı sadece zenginlik, birlik ve paylaşma üzerine kaynatmalıyız.

Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
20.05.2019 


15 Mayıs 2019 Çarşamba

Uslu Çocuk

 Uslu Çocuk 

Uslu çocuk olmanın veya olmamanın iki ciheti var. Kime göre ve hangi olaylar karşısında uslu çocuk. Bir ebeveyn için uslu çocuk olma veya olmama durumuyla, sözde dünyanın jandarması konumundaki ABD’nin, NATO’nun, batının dünya devletlerini ve devletleri yöneten erki, uslu çocuk görme halleri var. Hayrın uslusuyla şerrin uslusu birbirinin zıttı konumunda.

Uslu olma veya olmama birbiri arasında yer de değiştirebilir. Dünün uslusu bu günün yaramazı pekâlâ olabilir. ABD ve Rusya görüntüde her ne kadar birbirleri için yaramaz çocuk gibi gözükseler de dünya üzerinde ki menfaatleri bölüşmeleri sebebiyle aslında birbirleri için uslu çocuklar. Yaramazlıklarını dibine kadar uygulayan Beşşar Esad bugün ABD ve batı için uslu bir çocuktur. Çünkü menfaatlerine hizmet ediyor. Suudi Arabistan’da uslu çocuktur. İran görüntüde yaramaz çocuk gibi gözükse de gerçekte yarı uslu çocuk. ABD’nin menfaatleri doğrultusunda İsrail, Mısır, Yunanistan, Almanya, Güney Kıbrıs Rum kesimi ve daha nicelerini uslu çocuk saymak mümkün.
 
Gelelim yaramaz çocuklara. ABD için başta biz Türkiye yaramaz çocuğuz. Müslümanların geneli yaramaz çocuk. Venezuela, Küba gibi sosyalist, komünist ülkeler yaramaz çocuk. Aynı Rusya gibi Çin’de rüştünü ispat ettiği için menfaat çerçevesinde yarı uslu yarı yaramaz çocuk. Bu listeyi pekâlâ çoğaltmak, çeşitlendirmek mümkün. Peki, nereye geleceğim ben.

Bu gerçeklikler insanın hayata hangi yönden baktığı ile ilintili. Dünyayı ABD ile beraber Suudi Arabistan’ın yönettiğine inanan Kâbe imamının durduğu yer ve zeminle yanı başında ki Yemen’le, Filistin’le ve Müslümanların zulümleri yaşadığı başka coğrafyalarla ünsiyeti nasıl sağlanacak. Suriye, Afganistan, Libya gibi Müslüman coğrafyalarda savaşlar ne zaman nihayet bulacak. Ne bekleniyor? Aranan nedir? Çözüm önerileri nedir? Doların gücü nasıl kırılacak? ABD ne zaman karışacak? Emperyalist hegemonya ne zaman gücünü kaybedecek? Güçlünün tasallutundan kurtulma imkânı var mı? Müslümanlar ne zaman uyanacak? Yeni Selahaddin Eyyubi’ler, Osmanlı gibi yeni imparatorluklar gelecek mi? Dünya da büyük afetlerle, Allah’ın büyük bir dersi mi olacak? Kıyamet mi kopacak? Yecuc Mecuc ve Mehdi ne durumda? Küçücük dünyalarında kavgalar yapan karıncalarla biz insanoğlunun savaşları arasında ne fark var? Çöp çepel dünyayı istila mı edecek? Buzullar daha ne kadar eriyecek? Dünya ya iyiler, hak ve adalet sahipleri hâkim olacak mı? Bu sofistike sorunlarla nasıl mücadele edeceğiz? Kafamda deli deli cevapsız sorular.

‘Köpeklerin kardeşliği aralarına kemik atana kadardır’ diyen Hz Mevlana sözünde olduğu gibi sorunların birçoğunun çözümü yok mu? İnsiyak, seciye, ahlak, vicdan, din, dil, kültür, eğitim gibi alanlar insanların yolunu belirleyecek olan baş aktörler. Tembellerin, üretmeyenlerin, aptalların doğal seçilime uğradığı, zeki devletlerin, insanların hayatta kalabildiği gen aktarımı denen olguyu yaşıyoruz belki de.

Hayat keşmekeşlerle, ikiliklerle iç içe. İyinin ve kötünün mücadelesi her daim devam edecek. İmtihan halini yaşıyoruz, yaşayacağız da.


Hayat, ölüme sormuş: İnsanlar beni çok severken, neden senden nefret ediyorlar? Ölüm cevap vermiş: Sen tatlı ve güzel bir yalansın, ben ise acı bir gerçeğim.

Kalın sağlıcakla. 

İlkay Coşkun
15.05.2019

2 Mayıs 2019 Perşembe

Kafa Ütüleme Seansları

Kafa Ütüleme Seansları

İnsanoğlunun yanı başında koca bir dünya var uğraşacak, didinecek, mücadele edecek. Günlük siyaseti takip etmekten birtakım insanlar kendilerini harap ediyor. Siyaseti meslek edinmişlere bir itirazım yok. Siyasetin olumlu ve olumsuz yönlerini yaşayacaklar elbet. Onların işleri siyaset sonuçta.  

Platon, ‘siyaset ile uğraşmayacak kadar akıllı olanlar daha aptallar tarafından yönetilirler, cezalandırılırlar’ diyerek bu alanın yanlış ellerde ne hale gelebileceğinin resmini çizmiş adeta. Azgın çakalların şerrinden korunmak için kızgın kurtları beslemek gerekiyor bir taraftan. Teşbihte hata olmasın itlerin çok olduğu yerlerde, merhamet duygusu gelişmiş dalaşmalara, boğuşmalara karşılık verebilecek yardımcılar gerekiyor. Bu da işin başka bir boyutu. 
 
Aktif siyasetin içinde olanların dışında büyük çoğunluk siyasilerin trolü, arka bahçesi mi olmak zorunda?  Demiri işleyebilmek için nasıl ısıtmak gerekiyorsa aynı demiri kullanabilmek için de soğutmak gerekiyor. Bu evrede yavaş hareket ediyoruz nedense.

İdeoloji hipnozundan mümkün olduğu kadar kaçınıp ‘Onurlu bir adam, susuzluğunu giderdiği kuyuya taş atmaz’ diyen Amin Maalouf gibi ince düşünüp hoyrat siyaset arenasından uzaklaşmak,  inceliklerin, harikaların olduğu başka dünyalara yönelmek gerekiyor. Bunu en güzel Cemil Meriç özetlemiş. ‘Bütünü bilmediğimizden ya sloganlara esir olduk ya ideolojilere köle.’ Sonuçta kadrajımıza koyduğumuz hayat kadar varız. Herkes cürmü kadar yer yakar. Ben haklıyım, ben doğruyum, sadece benim gibi düşünenler haklı, istikametinde ki gazı frenlememiz gerekiyor. 

Empati kurmak diye moda bir tabir vardır ya hani. Karşı fikirlerle empati kurma yoluna giderek demiri soğutma işlemi pekâlâ hızlandırılabilir. Bu durum bütün taraflar için geçerlidir. Kutuplaşma denen duvarı çelikle, demirle mukavemetini artırmak bütün taraflar için iyi olmayacaktır. İnsanı anlamanın, hayatı anlamanın ön şartı olduğu gerçekliğini göz ardı etmemek gerekir. Yoksa dünya gurbetini daha çok çetin yaşarız. Özellikle sosyal medya üzerinden sürekli algı oyunlarına kendini kaptıran, hiç süzgeçten geçirmeden saflık hatta saftorosluk sergileyen, aklını kullanmayan insan için ne büyük kayıp ve yanlışlık vardır. Eşekten düştükten sonra ‘hopladım’ ayağına yatmak insana pek bir şey kazandırmaz.


Ülkemizdeki ve dünyadaki yaralara odaklanırsak, yaraları iyileştirmek için güç birliğine gidersek, o zaman doğru yoldayız demektir. ‘Kazan, altım kara demez’ maalesef bu hali pür melâli yaşıyoruz. Sezai Karakoç ne güzel söylemiş: ‘Anlamak masraflı bir istek; emek, gayret, samimiyet gerektirir. Yanlış anlamak kolaydır oysa. Biraz kötü niyet, biraz cahillik kâfidir’ 

Sürekli aynı düşüncede ki medyayı izlemek yerine, farklı kanalları da takip etmek gerekir. Hatta çok fazla politize olmamış medyayı takip etme alternatifini de devreye sokmak gerekir. İnsan, politize olmuşları gördükçe, dinledikçe ‘ya bırak şu siyaseti’ diyesi ve ya farklı televizyon kanalları izleme cezası veresi geliyor insanın. 

‘İnsan kendi acılarını yine kendi acılarıyla unutur’ sözünde ki gibi bu kadar karamsar bakmamak gerek dünya ya. ‘Zulüm bizdense ben bizden değilim’ diyen Rachel Cossie gibi cesurca, özgürce, dik duruşça bakmak gerek. Kader, kadar ve keder üç (ka) sacayağında insanız sonuçta. Yenibaharlar, yeni seneler ne günler doğurur. Kalbi kırık çocuklar dünyaya güzel bir gelecek sunacak belki de. Son sözü şaire bırakalım. 

İçim, ey içim!
Bu yolculuk nereye!
Yine bir şehrin ölümünü başlatır gibisin. (Cahit Zarifoğlu) 

Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun

06.05.2019 

20 Nisan 2019 Cumartesi

Fransız Kalmak

Fransız Kalmak

Notre Dame Katedraline övgüler dizerek, üzüntülerimi beyan ederek vakit harcamayacağım. Bu işi beşinci kol faaliyeti olarak medya ve iyi niyetliler dışında içimizde ki gâvur seviciler fazlasıyla yapıyorlar. ‘Oh olsun’ demeyeceğimi de herkes bilir. Ne olursa olsun insanın ‘oh’ demesi itici geliyor. Ayrıca her insanın, vicdani yönünü her şartta muhafaza etmesi gerektiğini de düşünürüm.

Fransa’da Notre Dame Katedrali’nin yanması, sarı yeleklilerin gösterileri, terör olayları derken bir hayli karışmış gözüküyor. Müslüman coğrafyalarda savaşlarla, iç karışıklıklarla milyonlarca insanın ölmesi, tarihi onlarca caminin bombalanması, yakılması, yıkılması dolayısıyla üzüntülerin, kınamaların çok kısır kaldığı bir dünyada yaşıyoruz maalesef. Yıkılan, zarar gören on üç asırlık tarihi Emevî Cami, Kilis Çalık Cami, Diyarbakır Kurşunlu Cami gibi yüzlercesini, Suriye başta olmak üzere birçok örneği Müslüman coğrafyalarda görmek mümkün.

Eğer bir insan Müslüman ise caminin zarar görmesine daha çok üzülür ve üzülmelidir de. Diğer din mensupları da böyledir. Eşyanın tabiatında ve insanın fıtratında bu böyledir. Yeter ki bu durum karşıya işkence etme ve gayri ahlaki durumlarda tezahür etmesin. İnsan fıtratında tarafgirlik hep olmuştur ve hep olagelmiştir. Diğer takımlara karşı kendi şehrimizin ve ülkemizin takımını tutarız. Bu gayet normaldir. Kendi şehir ve ülke takımlarını rakip durumlarda tutmaya kalkarsak burada bir tenakuz hali vardır. Gerek münafıkları gerekse de hainleri açık etmesi yönüyle de bir faydası vardır elbet.

 
Zaman zaman da olsa Fransa gibi gayri Müslim ülkelerde de bunun gibi büyük olaylar gösteriyor ki dünya onlar içinde güllük gülistanlık değil. Onlarında bizim kadar olmasa da türlü türlü dertleri var. Daha çok biz Müslümanlar savaşlara, karışıklıklara, açlığa maruz kalsak da onlarda bu kötü durumlara çok uzak değiller. Acıların yaşandığı coğrafyaların yer değiştirmesi çok zor değil ve olasıdır da. Siyonistlerin asıl hikâyeleri tam dibe vurduklarında başlayacak gibi gözüküyor.


Dünyayı sömüren, savaşların karışıklıkların ölümlerin baş müsebbibi ülkelerde yaşanan felaketlere ‘oh’ demek yerine öğrenilmiş çaresizliklerimize dur deyip dünyada bizde varız diyerek bunu hissettirmeliyiz. Hiçbir ülke ve halk mükemmel değildir. İllaki toplumların olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Bazısı iyi organize oluyor. Bazısı fırsatları iyi değerlendiriyor. Bazıları daha çalışkan ve gayretliler.  Bunu en iyi Aristotales özetlemiş; “Defalarca ne yapıyorsak oyuz. Bu yüzden mükemmellik bir eylem değil, bir alışkanlıktır”

Yeni Zelanda da elli Müslüman’ın şahadetine sessiz kalan, hatta suçu Müslümanların üzerine atma gafletini gösteren, bu kadar camimiz yanmakta, yıkılmakta iken Fransa’ya fransız kalmayanların, sadece Fransa’da ki Notre Dame Katedraline gözyaşı dökenlerin vicdan muhasebelerini yapmaları gerekiyor. Sadece kendi yaşadığımız musibetler bize nasihat vermez. Fransa’da yaşanan Katedral yangınından, batılılar derslerini illaki alacaklardır ama bizlerinde almamız gereken dersler vardır.  

Bolu taraflarında söylene gelen bir söz var. ‘Mazlumu sıkmışlar, kırk okka yağı çıkmış’. Aynen bu sözde olduğu gibi sorunlarımızı çözmemiz için sorunlarımızın cinnet cihetinden daha çok sorunlarımızın acı boyutuna daha çok eğilmemiz ve çözümler üretmemiz gerekiyor. Sorunu kökünden halletmek bunu gerektirir. Nasıl ki karadut lekesini sadece kendi yaprağı temizleyebiliyorsa kendi yaralarımıza da sadece kendimiz derman bulabiliriz.

 
Her ne kadar batılı devletler vicdan yoksunu gibi bir görüntü sergileseler de toplumları oluşturan halkların illaki bir vicdanları vardır. Az çok toplumların insancıl, hümanist yönleri vardır ve olmalıdır. Kafatasçı anlayışların yanında insanlığın bütüncül sorunlarını dert edinmiş, bütün insanların aynı yaşam hakkının olduğuna inanan anlayışlar vardır ama bunların yetersiz ve etkisiz kaldıkları muhakkak.
 
Tembel, saftoros yanlarımızı kendimizden koparıp dünya ile yarışıp çalışkanlığa, üretkenliğe ve göz açıklığına ulaşmamız gerekiyor. İnkişafı bütün Müslüman halklarına yayıp maddi ve manevi sorunlarımızı çözmemiz gerekiyor. Bu gerçekliği Cenap Şahabettin, ‘ilim öğrenilen değil, yaşanandır. Yaşanmayan ilim, geçmeyen para gibidir’ sözüyle işin püf noktasını bize fısıldamış adeta.
 
Son kertede Haçlı ve Siyonist saldırılara ve ablukalara karşı tetikte ve uyanık olmalıyız. İntikamlarımızı her dem bileylemeyelim ama tarihimizi, dostumuzu, düşmanımızı unutma gafletine düşmeyip bizimle hesabı olanlara fırsat vermemeliyiz. Ayrıca biz Müslümanlar dini ve milli önceliklerimizin yanında hümanist, insancıl ve vicdan yanımızı da aktif tutarak iyi niyetimizi kendimizden büyük tutmayı öncelemeliyiz.

Kalın sağlıcakla.


İlkay Coşkun
 
22.04.2019
 

13 Nisan 2019 Cumartesi

Kızılderili Gözüyle

Kızılderili Gözüyle
 
Bir suda iki balık kavga ediyorsa, oradan beş dakika önce bir İngiliz geçmiş demektir. (Kızılderili Atasözü)

Nerede bir Kızılderili sözü görsem pürdikkat okurum ve en doğal haliyle payıma düşeni alırım. Saf saf kovboy filmleri izlediğim yıllarda dahi Kızılderililere içten içe bir hayranlığım hep olmuştur. Vakur, bilge ve tabiatla iç içe duruşları hep ilgimi çekmiştir. Ayrıca Moğolistan, Kırgızistan, Uygur Türkleri, Uzak Asya, Afrika ve zor şartlarda yaşayan kimi insanların vakur, bilge ve yaşından önce büyümüş hallerini hep hayranlıkla izlemişimdir.


İnsan ve dünya aynı sistemin paydaşı. İnsan varsa dünyanın anlamı var. Dünya varsa insanın anlamı var. Birbirinin tamamlayan iki sevgili gibi. Dünya şekillenerek de olsa içerisinde misafir ettiği insanı yüz yılda bir yeni nesillerle beraber yeniliyor. Mekân olarak dünya, insanı beden ve kalp ev sahipliğiyle ağırlıyor. 

Obezite, Hollanda hastalığı, rahatlık, bencillik, adamsendecilik gibi onlarca hastalığı kapitalist dünyada görmek pekâlâ mümkün ama doğanın bir parçası olan insanın bütün canlılarla birlikte kaynakları ortak ve adil kullanma felsefesini edinmiş Kızılderili anlayışını görmek ve yaşatmak gerekiyor. Maalesef ki kapitalist dünyanın aynılaştırıcı ve tüketime şartlandırıcı anlayışı en vahşi haliyle varlığını sürdürüyor. Ne yazık ki küçük dünyaları gasp etmeye devam ediyor.
Yeme içme, barınma, güvenlik, sağlık ve mutluluk insanoğlunun dünyada aradığı öncelikli şeylerdir. Afrikalı bir çocuğun ayakkabısının olması ile olmaması arasındaki kaybı ve kazancı sorgulamak gerekiyor. Enerjisini hep toprakla paylaşan bir çocuğun ayaklarına dikenlerin batmasının yanında enerjisini ayakkabılar, beton zeminlere hapis eden insanın kayıplarını da görmek gerekiyor. Dünyayı paylaşan bütün insanların acılarını duyumsayan, hak ve adalet değerlerini önceleyen felsefelerin yaygınlaşması illaki toplumların ıslahında çok büyük katkılar sunacaktır.
Başı, göklerde ki yıldızlara ulaşma hevesinde olan insanoğlu yerdeki gelinciklere, papatyalara, nergislere basma tezatlığını her dem gösteriyor maalesef. Savaş ile barış, iyi ile kötü, korku ve ümit, dostluk ile düşmanlık gibi tezatlar, zıtlıklar tekerrür ediyor tarih boyu olduğu gibi. Atomun yapısındaki elektronların, güneşin, ayın, mevsimlerin, gece ve gündüzün akışı ve dinamizmine insan aynı hareketlilikte katılıyor adeta.

Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.(Kızılderili Atasözü)

Kızılderili sözlerinin birçoğu beyaz adama yönelik olması tesadüf değildir. Beyaz adam sanayi devrimleriyle beraber tabiat ve çevre ile hep savaş hâlinde olmuştur. Sömürgecilik mantığıyla da kendi dışındaki halklarla da daha büyük bir cephede savaşarak, zülüm mekanizmasını hep aktiflemiştir.

 
Demem o ki, dünya üzerindeki emperyalizmin ve beyaz adamın karşısında mazlumları desteklemek, önünden çeken arkasından iten olmak gerekiyor. Geri kalmış bütün ülkelerin insanları, ağaçlara kendi çabalarıyla tırmanan bireyler olmaları yönünde çalışmalar yapılmalı ki ağaçtan inişleri de kolay olsun. Kendi kendilerine yetsinler ve zalimlere muhtaç olmasınlar.

Söze Kızılderili sözüyle başladım. Sözü yine bir Kızılderili sözüyle sonlandırayım.

Yükün dürüstlükse gücün düşer belki ama başın düşmez. (Kızılderili Atasözü)

Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
15.04.2019 
 

8 Nisan 2019 Pazartesi

Şairin Şiiri

Şairin Şiiri

Derdini, hayalini, itirazını şiire dökene şair denir. Bunun için ille de kalem kâğıt olması şart değildir.  İlham ve emek arasındaki sarkaçta yolunu almalı şair. Dildeki estetik, ses, yeni nefes ve farklı deyişleri yakalayabilmeli.

Yapılan her bir işin bir teoriği bir de uygulaması vardır. Şiir bilgisi şairin teorik altyapısıdır. Esin, ilham, yaşanmışlık ve emek, şiir yazma eyleminin uygulamaya dönüşmüş halidir. Gerek şiir bilgisi gerek şiir yazma eylemi şairi tamamlayan ve bütünleyen en önemli iki unsurdur. Birbirinden ayırmamak gerekir.

Yüreği besleyen şiir, gıda ve ilaç hükmündedir. Dil yoldaşlığında, sevgi ve sezgi kardeşliğini paylaşıp damakta tat bırakır. Şiir dışında illaki ısınma yöntemleri vardır. Şiir bunlardan biridir sadece.
 
Şiir, edebiyatın büyük kardeşidir veya başka bir ifadeyle edebiyat topluluğunun büyük ortağıdır. Şiir, edebiyatın diğer dallarıyla her zaman iletişim içerisindedir. Mesela öyküyü şiirsel bir anlatımla kaleme alabilirsiniz. Şiir, edebiyat dalları içerisinde en çok başvurulan zor bir alandır.
 
Şiir daha çok “olması gerekeni söylemelidir”. “Olması gereken” üzerinden hareket etme çabası dozundan fazla didaktikliği ihtiva etmemeli. Şiir bu bağlamda ille de bir şeyler öğretmemeli. Şiir, alternatifleri sunmalı ama “şu doğrudur” dememeli. Temizlik vurgusu yapılmalı ama su en iyi temizleyicidir vurgusu yapılmamalı çünkü şiirin görevi bu değildir. Mazi, şu an ve gelecek şiirin hasat tarlası olduğu gerçeği göz ardı edilmemeli. Şairin hep mazide yaşaması ve şiirlerini bu çerçevede ele alması şiirini sıkıcı yapacağı kadar hep geleceğin hayalperestliği ile şiiri zorlaması okuyucuyu gerçeklerden uzaklaştıracaktır. Tercihin tadında, kararında olması daha yerinde olacaktır. Kurallar, eğilimler ve bilindik yöntemler üzerinden şiiri işlemenin de birçok temeli yıkarak yeni yapılar inşa etme çabasında olmanın da olumsuzlukları olacaktır.  Farklı sesler bulacağım diyerek gösterilen çabalar şairi yeni damarlara da götürebilir. Gürültülere, homurtulara da taşıyabilir.
Şiir; binalar, köprüler, hava alanları inşa etmez. Ülkelerde kurmaz ama mevcut durumda dili, kültürü, iletişimi zenginleştirir. Sevgi, aşk, özgürlük, adalet olgularının içini doldurur ve güçlendirir. Sorgulayan insanların sayısını artırır. Devrimleri, özgürlükleri başlatan ilk adım sesidir şiir. Müziğe söz olup insanları eğlendirir. Marş olur kavgada insanı cesaretlendirir. Dilde dua, ölümde ağıt, sevgiliye mektup olur. En önemlisi de insanların ruhlarının eğitilmesini ve zenginleşmesini sağlayarak insanları olgunlaştırır.
Şiir yazanlarda, evlat sahibi olmak isteyen bir insan veya ev almaya çalışan bir ebeveyn gayretini görürüm. Şiirden alınan hazzın yanında kuvvetli bir yazma dürtüsünü yaşarlar. En güzeli yazma dürtüsüdür bu. Sevgiliye yazılan bir şiirin anlamı ve gerekçesi yanında, toplumsal içerikli yazılan başka bir şiirin başka bir anlamı ve gerekçesi vardır. Bir yerde yaraya parmak basmak gibi bir değer taşırken başka bir yerde duygunun dışa vurumu hüviyetindedir. Bu bağlamda şiir yazanları daha çok duyarlı, daha çok âşık, daha çok hayalperest, daha çok uçarı, daha çok kırılgan ve daha çok insan olduklarını düşünürüm.
Şiirin sesi ve derinliği şiirin kalıcılığını belirler. “Her dem taze şiir” kıstasına uyan şiir kalıcıdır. Kimi şiirler vardır yazıldığı anda anlaşılmayabilir, değerini bulmayabilir. Yüzyıllar sonra keşfedilebilir. Kendini güncelleyen şiir tat verir. Tat veren şiir güncelliğini devam ettirir. Gönüllere dokunma ve yüreklerin sesi olma şiirin yaşam süresini belirler. Duyulara hitap eden, şaşırtan, aklı allak bullak eden şiirin yaşam süresi fazladır. Şiirdeki iç ses, ahenk ve ritim uyumu şiiri besler, şiirin tadını artırır.
Şiirin iç sesi, anlatımdaki akıcılığı, üslubu önemlidir. İyi bir şiir dili yakalanabilmeli. Çok bilindik şeylerden ziyade bilinmedik şeyleri akıcı, saf anlatımla okura sunabilmek önemlidir. Okuru şaşırtmalı şiir. Sağ gösterip sol vurabilmeli veya tersi olabilmeli. Tema, anlatım, imgeler, şiirde mimari, yenilik, zenginlik, kullanılan kelimeler okurun ilgisini çekmeli. Duyulara hitap edebilmeli. Duygu önde olmasa da tamamen duygudan arındırılmamalı. İmge ve sözcük örgüsüyle orijinalliği taşımalı. Okur için şiirde yeni bulunmuş bir damar çağrışımını yapabilmeli. Şiir kendi başına bir örnek teşkil edebilmeli. Benzerlik algısını okuruna vermemeli. Kalıcı ve güzel bir şiir düşüncesi okurda oluşabilmeli. Okur, tat almalı şiirden. Şiirleri daha çok bu ölçütlerde değerlendiriyorum.
İmgeleri oluşturma, şiirin temelini, çatısını inşa etme gibi yapım aşamalarında insanı düşünmeye sevk ediyor.  Şiir ayrıca okumaya ve araştırmaya yönlendiriyor. Bu durumda şiirle olmaya, şiirde kalmaya yönlendirerek insanı şair yapıyor. Dilde, kelimelerde zarafeti arayan şairin hayat kalitesi, düşünce dünyası zenginleşiyor. Şair adeta kelimelerle dans ederek huzura kavuşuyor. Cümlelerdeki melodiyi, sesi, raksı arıyor.
Şairin önsezilerinin daha kuvvetli olduğunu düşünürsek; insana, tabiata, dünyamıza gelebilecek olumsuz hâl ve şartların bertarafı için çaba göstermesidir. Şairin, yenilikçi yönünü muhafaza ederek insanın, toplumun, canlıların ve çevrenin sorunlarına karşı duyarlı olmasıdır. Her ne şartta olursa olsun adaletin, doğrunun yanında olmasıdır.
Kalın sağlıcakla.

İlkay Coşkun
08.04.2019

Yazı No: 20
http://www.yenidogruhaber.com/